Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Emperyalizmin Gerekliliği ve Ultra-Emperyalizm 

Her şeyi anlamak her şeyi bağışlamaktır. Bu bir Fransız atasözüdür. Buna rağmen her atasözü, doğru bir fikri yansıtmaz. Böyle­si bir durumda, açıkça doğru olmayan bir fikirle karşı karşıya kala­biliriz. Bir olguyu anlamak, bu olguyla başka bir olguyu veya bir dizi olgu arasındaki nedenselliği anlamak demektir. Buradan kal­karak, doğru olarak anlaşılan her olgunun tüm koşullarda kabul edilmesi gerekir anlamı da çıkmaz. Bu şekilde davranılsaydı, "ah­lâkçıların" "kötü" olarak söz ettikleri tüm olgular insanın uslamla­masında ebedi olurdu: şeytan bağışlanamayacağı için, anlaşılamayacağı ortadadır. Gerçekte durum bu kadar kötü değildir. Aksine, böyle bir durumu anladıktan sonra olumlu ya da olumsuz olduğu hakkında bir değerlendirme yapabiliriz. Sonuç olarak, hiç bir şe­kilde "bağışlamasak da" öncelikle "anlamamız" gerekir. Bu temel gerçek tüm tarihi olaylar için geçerlidir. Bir tarihi olayı anlamak, bu tarihi olayı belli tarihi nedenlerin veya tarihi olayların sonucu olarak ifade etmek demektir. Eşdeyişle, hiçbir şeyin etkilemeyece­ği "tesadüfi" bir varlık olarak ifade etmemek ve fakat veri koşulla­rın sonucu zorunlu bir şekilde ortaya çıkan bir varlık olarak ifade etmektedir. Nedensellik unsuru gereklilik unsurudur ("nedensel gereklilik"). Marksizm tarihsel sürecin ve dolayısıyla tarihsel olay­lar zincirinin her halkasının "gerekli" bir varlık olduğunu gösterir. Politik fatalizmi bu doktrinden çıkarsamak abestir. Çünkü bunun basit bir nedeni vardır. Tarihi olaylar insan iradesi dışında değil ama, sınıflı bir toplumda yaşıyorsak onların iradesinin bir sonucu olarak yani sınıf mücadelesiyle ortaya çıkar. Sınıfların kaderi her zaman veri koşullar tarafından belirlenmiştir. Bu bağlamda "öz­gür" değildir. Bununla birlikte, bu kader daha sonra tarihi sürecin belirleyici unsuru haline gelir. İnsanların eylemlerini, sınıf müca­delesini v.s. elimine edersek, tüm tarihi süreci de elimize etmiş oluruz. Fatalist "Marksizm", Marksizmin üstesinden gelmek için hakim sınıfın teorisyenlerinin tasarladığı ve Marksist doktrinin burjuvalarca karikatürize edilmiş bir biçimidir. Kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak kapitalizm sonrası düzenin öngörüsünde bulunan Marksistlerin, bu öngörülerinin, ay tutulması için mücadele veren bir partiye benzemesi şeklindeki yaygın safsatayı hepimiz duymu­şuzdur. Diğer taraftan, burjuva oportünistleri arasında, kendi arzu­larının "kesin bilimselliği"ni ortaya koymaya çalıştıklarında, her şeyi belli bir zamanda mutlak olarak sıraya sokan ve mevcut olan­la aşılamayacak bir sınırın varlığını gören Marksizmin örtüsü altı­na saklanan güçlü eğilimler olmuştur; "her şey uygundur" şeklin­deki Hegel'in formülasyonu, bu oportünistlerce kendi amaçları için kullandıkları bir deyiştir. Marx için "mevcut her şeyin uygun­luğu" sadece bugün ve geçmiş zaman arasındaki nedenselliğin ya­ni "mevcudun" üstesinden gelmek için neyin çıkış noktası olduğu­nu anlamanın ifadesidir. Bu "uygunluk" oportünistlerin kendilerini haklı çıkarma ve ebedileştirmelerine yaramıştır. Die Geschichte hat immer Recht (tarih daima haklıdır). Bu, bir "Marksist" olan Heinrich Cunovv'u, emperyalizmi "kabulünü" nasıl haklı çıkardı­ğını gösteriyor.2 Cunow şöyle demektedir: Onun üstesinden gelecek bir fikir sadece bir "illüzyon"dur. Bu gibi fikirleri sistematize etmek "illüzyona tapınmadır" (Illusionnekultus). Tabii ki hiç bir şey, Marksizmin bu şekilde ifade edilişinden daha sığ değildir. Marx'ın, burjuva iktisatçısı Burke'e verdiği cevap Cunow için de mükemmel bir cevabı içeriyor. 

Burke şöyle demektedir: "Ticaret yasaları doğanın dolayısıyla Tanrının yasalarıdır". Marx buna şöyle cevap vermiştir: "Günü­müzdeki bu iğrenç ilkeler ve ticaret yasalarına olan aşırı inanç ne­deniyle görevimiz kendini izleyenlerden sadece daha yetenekli! olan Burke gibi düşünen kafaları tekrar tekrar sınırsız bir şekilde rezil etmektir." 

Tarihsel olarak mevcut olan şeyler çeşitli yorumlara konu teşkil ediyorsa, "pratiği" belirleyen şey nedir? Buna ulaşmanın sınırları nerededir? Bu sorulara tam bir cevap verebilmek için iki uç duru­mu ele alalım. İlk önce kapitalist gelişme yolundaki bir ülkede he­nüz daha yeni serpilmeye başlamış proletaryadan söz ederek işe başlayalım. Böyle bir ülkedeki sosyal sınıflar örgütlenmemiş bir kütleyi temsil ederler. Proleterya ise Marx'ın ifade ettiği gibi he­nüz "kendisi için" bir sınıf haline gelmemiştir. Ekonomik gelişme o kadar zayıftır ki ekonomik yaşamın sosyal ölçekte örgütlenmesi için gerekli nesnel koşullar yoktur. Böyle bir durumda, daha baş­tan, kapitalist çelişkilerin üstesinden gelmek için gerekli koşulların olmadığını söyleyebiliriz. Prensipte, kapitalizmin koşullu mevcu­diyetini kabul ederken, Marksistler aynı zamanda sosyal gelişmeyi kapitalist yoldan saptırmanın mümkün olmadığını belirtirler. O za­man yapılacak ne kalmıştır. Yapılacak şey kapitalist gelişmenin geleceğini hesaba katmak ve gelecekte kapitalizmin üstesinden ge­lecek güçleri örgütlemektir. Bunu gerçekleştirirken kapitalizmin nispî ilerleme özelliğinden yararlanmak ve feodalizmin sosyal ge­lişmeye v.s. zarar veren kalıntılarına karşı mücadele vermek gere­kir. Sonuç olarak, "pratik hareketin" temellerini belirleyen iki ke­sin safha daha vardır: Birincisi, "somut koşulların analizi" yani belli bir ekonomik gelişmenin analizi; ikincisi, doğal olarak birinci saf­hayla ilişkili olan artan sosyal ağırlığının analizi. Bu durum, Markşistlerin kapitalizmin gerekliliğinden bahsederken söz ettikleri ve kapitalizmin üstesinden gelmenin nispî zorluğunu ifade etmeleridir. İkinci olarak plânlı üretim sürecinin başlatılmasını mümkün kı­lan oldukça gelişmiş bir kapitalist organizmayı ele alalım. Aynı zamanda sosyal güçler arasındaki karşılıklı ilişkinin öylesine bir düzeyde olduğunu varsayalım ki nüfusun büyük bir kısmı en geliş­miş sınıfın elemanı olsun. Bu koşullarda kapitalizmin, gelişmenin gerekli koşulu olduğunu belirtmek çok abestir. Bu son belirttikleri­mizden kapitalizm ve kapitalizmin bugünkü safhasının tarihi geliş­menin bir ürünü olduğu çıkarsanmamalı, aksine bunun üstesinden gelemeyeceği anlaşılmamalıdır. 

Şimdi emperyalizmin gerekliliği meselesini ele alırsak, (üste­sinden gelme zorluğu), bu anlamda bu gereklilikten söz etmeye gerek olmadığını görürüz. Aksine, emperyalizm finans kapitaliz­min bir politikasıdır. Yani oldukça gelişmiş kapitalist üretim ör­gütlenmesinin önemli ölçüde olgunlaşmış olduğunu ifade eder. Eş-deyişle, emperyalist politikalar, tam da mevcudiyetleriyle, yeni bir sosyo-ekonomik şeklin somut koşullarının olgunluğunu gerektir­mektedir. Sonuç olarak, emperyalizmin "gerekliliğinin" liberaliz­me bir sınır teşkil ettiğinden bahsedilmesi, yarı-emperyalizm de­mektir. Kapitalizmin varlığını sürdürmesi ve emperyalizm mesele­si, karşılıklı olarak mücadele eden sınıfların karşılıklı ilişki mese­lesinden öte bir şey değildir. 

Bununla beraber, literatürde-Kari Kautsky'nin-bıkmadan usan­madan geliştirdiği teorinin dışında, görünüşte fatalizm karşıtı olan bir başka oportünist sapma tehlikesi vardır.

Emperyalizmin varlığının sosyal güçlerin karşılıklı ilişkileri­ne bağlı olduğunu doğru bir şekilde gözlemleyen Kautsky şu yo­lu izlemiştir. 

Şöyle demektedir: Emperyalizm, kapitalist politikanın belli bir metodudur. Kapitalizm nasıl ki on-on iki saatlik işgücü yerine se­kiz saatlik işgücüyle varlığını sürdürür, kapitalist politika da şidde­te başvurmadan varlığını sürdürebilir. Emek gücü söz konusu ol­duğunda, kapitalizmin karşı koyusu içinde proletarya, burjuvazinin işgününü uzatma eğilimini kendi proleter eğilimini işgününün kı­saltılması yönünde ortaya koyarak karşı çıkar. Kautsky şöyle de­vam eder: Tam da benzer şekilde, burjuvazinin sert emperyalist eğilimlerine karşı proletaryanın barışçıl eğilimleri ortaya koyması gerekir. Böylece sorun kapitalizmin karşı duruşu içinde çözümle­nir. Bu teori ilk bakışta ne kadar radikal görünürse görünsün, tü­müyle reformist bir teoridir. Kautsky tarzı bir "barışçıl kapitalizm" ihtimalini ileride daha ayrıntılı bir şekilde analiz edeceğiz (ultra-emperyalizm). Şu an için sadece formel.bir tartışmayı sürdürmek istiyoruz. Kısaca, emperyalizmin güçlerinin karşılıklı ilişkilerinin bir sorunu olduğu gerçeğinden hareketle, on beş saatlik veya dü­zenlenmemiş ücretlerin v.s. ortadan kalkması gibi, emperyalizmin de kapitalizmin çerçevesi içinde yok olacağını söyleyemeyiz. So­run bu kadar basit bir şekilde çözümlenebilseydi, şimdi belirtece­ğimiz perspektifi de "çizebilmek" mümkün olurdu: kapitalizmin, artı değerin kapitalistlerce ele geçirilmesini ifade ettiğini biliyoruz. Yeni değer "n" iki kısımdan oluşur, n=v+s. İşe kantitatif olarak yaklaşıldığında bölüşüm sosyal güçlerin (çıkar antagonizması daha önce Ricardo tarafından formüle edilmiştir) karşılıklı ilişkilerine bağlıdır. İşçi sınıfının giderek güçlenmesiyle birlikte, V'nin artma­sı karşılığında S'nin azalacağı düşünülebilir ve n oransal olarak iş­çiler lehine bölüştürülecektir. Bununla beraber, proletaryanın gide­rek artan payı, güçlerin karşılıklı ilişkileri tarafından belirlendiğin­den ve bu artışı önleyecek bir engel olmadığından, işçi sınıfı kapita­listlerin payını basitçe ücret boyutuna indirgeyerek, barışçıl bir şe­kilde kapitalistleri memur veya -en kötü ihtimalle de- kolektif sos­yal varlığın kiracıları haline dönüştürerek kapitalizmi "tasfiye" eder. Bu sevimli tablo reformist bir ütopyadan başka bir şey değildir. 

Kautsky ve yandaşları, tam da kapitalist gelişme sürecinin ultra-emperyalizmi destekleyecek unsurların gelişimine uygun oldu­ğunu belirtirler. Şöyle demektedirler: Sermayenin uluslararası karşılıklı bağımlılığının gelişmesi çeşitli "ulusal" kapitalist gruplar arasındaki rekabeti elimine etme eğilimi yaratır. Bu "barışçıl" eği­limin alttan gelen baskıyla güçleneceğini ve bu yolla yırtıcı emper­yalizmin yerini sakin ultra-emperyalizme bırakacağını söylerler. 

Sorunun yararlarını analiz etmeye çalışalım. Ekonomi bilimi açısından ele alındığında, mesele şu şekilde ortaya konmalıdır. Kapitalist devlet tröstlerinin anlaşmaları (birleşme) nasıl sağlanabilir. Bildiğimiz gibi emperyalizm, bu kapitalist devlet tröstleri arasın­daki rekabetten başka bir şey değildir. Bu rekabet bir kez ortadan kalktığı zaman, emperyalizm politikasının temeli de ortadan kalka­caktır. Ve birçok "ulusal" grup arasında bölüşülmüş olan sermaye, dünya proletaryasının karşı durduğu evrensel bir dünya tröstüne, tek bir dünya örgütüne dönüşür. 

Soyutlamayla ele alırsak, teorik yönden böyle bir tröst bütü­nüyle düşünülebilir. Çünkü genel olarak söyleyecek olursak, kar­telleşme sürecinin ekonomik sınırı yoktur. Bizce Hilferding Finanzkapitarde- şunları derken tamamıyla haklıydı: 

Mesele, kartelleşmenin sınırlarının nerede biteceği konu­sunda ortaya çıkar. Bu meseleyi kartelleşmenin mutlak bir sınırının olmadığı şeklinde cevaplayabiliriz. Aksine, devam­lı artan bir kartelleşme eğilimini gözlemleyebiliriz. Bağım­sız sanayiler kartelleşmiş olanlara giderek bağımlı hale ge­liyor ve sonuçta onlara katılıyor. Bu sürecin sonunda, ev­rensel bir kartel ortaya çıkmalıdır. Tüm kapitalist üretim, bilinçli bir şekilde, tüm alanlarda üretim hacmini belirleyen tek bir merkez tarafından düzenlenir... Bu, antagonist bi­çimde bilinçli olarak düzenlenmiş toplum olur. Bununla be­raber bu antagonizm bölüşüm antagonizmidir... Böylesi ev­rensel bir karteli yaratma eğilimi ve bununla birlikte, merkezi bir bankayı kurma eğilimi ve bunların her ikisinin de birleş­mesiyle fınans kapitalin büyük yoğunlaşmış gücü gelişir

Bununla beraber, bu soyut ekonomik ihtimal hiç bir şekilde bu­nun fiili ihtimalini ifade etmez. Hilferding bir başka yerde yine şöyle derken de tamamıyla haklıdır: 

Ekonomik olarak tüm üretimi yönetecek ve böylece krizleri ortadan kaldırabilecek evrensel bir kartel mümkündür; sos­yal ve politik olarak böyle bir durumun gerçekleşmesi müm­kün olmasa da ekonomik olarak mümkündür. Mümkün olan son sınıra gelmiş çıkar antagonizmaları zorunlu olarak çöküsünü ortaya çıkaracaktır. 

Bununla beraber gerçekte sosyo-politik etkenler bu evrensel tröstün formasyonunu bile kabullenmeyecektir. Birazdan bu tezi ispatlamaya çalışacağız.

Dünya pazarındaki konumların nispî eşitliği aşağı yukarı istik­rarlı bir anlaşmanın formasyonu için birinci koşuldur. Böylece bir eşitlik olmadığında, dünya pazarında daha elverişli koşula sahip grubun anlaşmaya katılması için bir neden yoktur. Aksine, bu grup için mücadeleyi sürdürmek avantajlıdır. Zira rakibin yenileceği umudu artmıştır. Bu durum anlaşmaların yapılması için genel ku­raldır. Bu husus, ele aldığımız kapitalist devlet tröstlerine olduğu kadar başka durumlara da uygulanabilir. Bununla beraber, burada iki koşul göz önüne alınmalıdır.

Birincisi ekonomik eşitlik. Bununla beraber, üretim maliyetle­rindeki eşitlik son analizde emek değerlerine ve böylelikle üretim güçlerinin nispî olarak eşit gelişme düzeyine dönüşür.  

Böylece ekonomik yapının eşitliği anlaşmaların formasyonu için bir koşul­dur. Ekonomik yapıda farklılık olduğunda sonuçta üretim maliyet­lerinde eşitsizlik varsa yüksek bir tekniğe sahip kapitalist devlet tröstleri anlaşmayı yararsız bulur. Bu nedenledir ki oldukça ge­lişmiş Alman sanayisi çeşitli üretim dallarındaki anlaşmalarda gördüğünüz gibi, pratikteki anlaşmaları örnek olarak ele aldığı­mızda -temel üretim dalları söz konusu olduğunda- dünya paza­rında tecrit edilmiş bir şekilde çalışmayı tercih etmektedir. Tabii ki kapitalist devlet tröstlerini de ele aldığımızda, üretim dalları­nın belli bir ortalaması dikkate alınır. Böylece bir ya da diğer üretim dalı değil de, "örgütlü sanayinin" çıkarları söz konusudur. 

Yön verenler, nispi olarak ekonomik önemleri giderek artan ağır sanayinin önde gelen kapitalistleridir. Ulaşım maliyetleri, üretim maliyetlerine dahil edilir. 

Bu "pür ekonomik" eşitlikten başka, istikrarlı anlaşmaların for­masyonu için gerekli bir koşul da aynı iktisat politikalarının uygu­lanmasıdır. Yukarıda sermayenin devletle bağlantısının ilave bir ekonomik güce dönüştüğünü gördük. Daha güçlü devlet kendi sa­nayii için daha avantajlı ticaret anlaşmaları yapar ve rakipleri için dezavantaj olacak yüksek tarifeler uygular. Finans kapitalin, satış ve hammadde pazarlarının ve özellikle sermaye yatırım alanlarının tekelleştirmesine yardımcı olur. Böylece dünya pazarında mücade­le koşulları ele alındığında, kapitalist devlet tröstlerinin sadece ne­den mücadelenin pür ekonomik koşullarını değil de fakat aynı zamanda ülkelerin iktisat politikalarını da hesaba kattıkları kolayca anlaşılabilir. Bu nedenle nispi olarak eşit ekonomik yapılara sahip olanlar bulunsa bile, kapitalist devlet tröstlerinin askeri güçleri farklıdır. Güçlü olan taraf için anlaşma veya birleşmeye katılmaktansa, mücadele etmeye devam etmek daha iyidir. Mücadele eden "ülkelerin" durumlarını bu bakış açısından ele alırsak en azından yakın gelecekte, kapitalist devlet tröstlerinin bir anlaşmaya veya birleşmeye varacaklarını ve tek bir dünya tröstüne dönüşmelerini umut etmek için bir neden yoktur. Genelde, Fransa ve Almanya, İngiltere ve Amerika gibi gelişmiş ülkelerin ekonomik yapılarıyla Rusya gibi ülkelerin (Kapitalist devlet tröstleri kategorisine dahil olmasalar da dünya pazarında belli ilişkilerin kurulmasına katkıda bulunurlar) ekonomik yapılarını karşılaştırmak dünya kapitalist ör­gütlerinden ne kadar uzakta olduğunu anlamak için yeterlidir. Ay­nı şeyler askeri güçler söz konusu olduğunda da geçerlidir. Günü­müzdeki savaş (en azından bu zamana kadar) rakipler arasında nis­pi eşitliği ortaya koyuyorsa da, rakipler arasında istikrarlı bir eşitli­ğin olmayacağı akıldan çıkarılmamalıdır.

Eşitlik meselesi sadece istatistiksel olarak değil fakat aynı za­manda esasen dinamik olarak düşünülmelidir. Burjuvazinin "ulu­sal" grupları plânlarını sadece "olanın" değil fakat aynı zamanda muhtemelen "ne" olacağının üzerine kurarlar. Bir süre sonra belli bir grubun diğerinden üstün olmasını sağlayacak her gelişme ihti­malini hesaba katarlar. Bugün bu grubun rakibiyle ekonomik ve politik açıdan eşit olduğu kabul edilse bile. Bu durum dengesizliği daha da ciddi hale getirmektedir.

Birinci bölümde de anlattığımız gibi, kapitalist çıkarların uluslararasılaşması (uluslararası işletmelere katılım ve bunların finans­manı, uluslararası karteller, tröstler v.s) uluslararası devlet tröstle­rinin formasyonunu uyarır hale gelir. Bununla beraber bu süreç ne kadar önemli olursa olsun, sermayenin ulusallaşması ve devlet sı­nırlarının kapatılmasına doğru gelişen güçlü bir eğilimce engelle­nir. "Ulusal" burjuvazinin mücadeleden elde ettiği yararlar bu mü­cadele nedeniyle uğradığı kayıplardan daha fazladır. Mevcut ulus­lararası endüstriyel anlaşmalar hiç bir şekilde olduğundan fazla de-ğerlendirilmemelidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bunların çoğu istikrarsızdır. Bu husus, işadamlarının örgütlerinin, düşük düzeyde ve pek merkezileşemedikleri ve çoğunlukla oldukça uzmanlaşmış üretim dallarını kapsadıklarını ifade eder. (Şişe sendikası). Doğal te­kel durumundaki gibi (petrol) üretimin bu alanında oluşmuş şirketler nispi istikrara sahiptirler. Tabii ki uluslararasılaşma eğilimi "son analizde" zafer kazanacaktır ama bu ancak kapitalist devlet tröstleri arasında kıyasıya bir mücadele döneminden sonra gerçekleşecektir. 

Mücadelenin bedeli, yani askeri harcamalar, muhtemelen bur­juvazinin bu yola devam etmek için katlanmak zorunda kalacağı kadar ağır değil midir? İngiltere'nin militarizasyonu, kendi çıkar­larını göremeyen burjuvazinin "aptallığının" bir ifadesi değil mi­dir? Yazık ki iş böyle değildir. Bu nitelik burjuvazinin değil, pasifistlerin özelliğidir. Burjuvazi hesabını yapmayı iyi bilir. İşin doğ­rusu bu tartışmaları sıradan bir şekilde ele alanlar askeri gücün tüm karmaşık yönünü gözden kaçırmaktadırlar. Daha önce yukarı­da da gördüğümüz gibi böylesi bir güç, işlevini sadece savaşta de­ğil fakat aynı zamanda barış zamanında finans kapitali "barışçı re­kabet" içinde destekleyerek sürdürür. Pasifistler, vergi yansıması v.s. nedeniyle savaşın yükünün temelde işçi sınıfı tarafından yük­lendiğini, kısmen de savaş sırasında ara ekonomik gruplarca (ki bunun anlamı, üretimin çok geniş bir şekilde merkezileşme süreci­dir) taşındığını unuturlar.

Bu durum, şöyle devam eder. Mevcut ekonomik gelişme süreci kapitalist devlet tröstleriyle geri kalmış ekonomik formasyonlar arasında keskinleşen mücadelenin ortasında sürüp gidecektir. Bir dizi savaşın olması kaçınılmazdır. Yakında tanık olacağımız tarihi süreç zarfında dünya kapitalizmi, zayıf formasyonları içine alarak evrensel bir kapitalist devlet tröstüne doğru adım atacaktır. Haliha­zırdaki savaş bittiğinde, yeni sorunların yine kılıçla "çözülmesi" gerekecektir. Tabii ki, kısmi anlaşmaların yapılması mümkündür (yani, Almanya ve Avusturya'nın birleşmesi olabilir). Bununla be­raber, her anlaşma veya birleşme sadece dünya çapında lanet olası mücadeleyi yeniden ortaya çıkaracaktır. "Orta Avrupa" Alman Emperyalistlerinin planlarına göre birleşseydi, durum nispi olarak yine aynı olacaktı. Fakat tüm Avrupa birleşmiş olsaydı bile bu, "si­lahsızlanmayı" ifade etmeyecekti. İfade edeceği şey Amerika ve Asya'daki büyük mücadeledir. (Küçük!) kapitalist devlet tröstleri arasındaki mücadele yerini dev tröstlere bırakacaktır. Bu mücade­leyi "ülke içindeki" çarelerle ve gül suyuyla yok etme girişimleri fili bezelyeyle bombalamayla aynı şeydir. Çünkü emperyalizm sa­dece modern kapitalizme sıkı sıkıya bağlı bir sistem olmayıp, aynı zamanda modern kapitalizmin en önemli temel unsurudur. 

İkinci bölümde modern kapitalizmin yapısındaki ve kapitalist devlet tröstlerinin formasyonundaki özellikleri gördük. Bununla beraber, ekonomik yapı belli bir politikaya yani emperyalist politi­kaya bağlıdır. Bu, sadece emperyalizmin, finans kapitalizmin bir ürünü olduğu anlamında değil fakat aynı zamanda yukarıda da karakterize ettiğimiz gibi, finans kapitalin emperyalist olmayan bir politika izlemeyeceği anlamındadır. Kapitalist devlet tröstleri ser­best ticaretin tarafları değildir. Çünkü böyle olursa kapitalist varlık nedeninin önemli bir kısmını kaybedecektir. Korumacılığın bir yandan dünya pazarında rekabeti kolaylaştırdığını belirttik. Aynı şekilde" kapitalist tekellerin bir ifadesi olan finans kapital, sürüm ve hammadde pazarlarını veya sermaye yatırım alanlarını gasp ederek, "etki alanlarını" tekelleştirme politikasından vazgeçmez. Bir kapitalist devlet tröstü, işgal edilmemiş bir bölgeyi ele geçir­mede başarısızlığa uğrarsa, bu bölge bir başkasınca işgal edilecek­tir. Serbest rekabet ve ülkede hiçbir üretim organizasyonunun bu­lunmadığı bir çağa tekabül eden barışçıl rekabet, tümüyle farklı üretim yapısının bulunduğu ve kapitalist devlet tröstlerinin birbir­leriyle mücadelesinin yer aldığı bir çağda mümkün değildir. Bu emperyalist çıkarlar finans kapitalist gruplar için öylesine önemli­dir ki ve varlıklarının tam da temelleriyle öylesine birbirine bağlı­dırlar ki, hükümetler dünya pazarında kendilerine sadece istikrarlı bir durum sağlayacak çok büyük miktarlardaki askeri harcamaları yapmaktan çekinmez.  

Kapitalizmin çerçevesi içindeki "silahsız­lanma" fikri, dünya pazarında çok önemli bir durumda bulunan ka­pitalist devlet tröstleri söz konusu olduğunda özellikle abestir. Gözlerinin önünde, tüm dünyaya boyun eğdirme ve bilinmeyen toprakları sömürme hayalleri dolaşmaktadır. Bunu Fransız emper­yalistleri L'organisation d'economie mondiale [Dünya Ekonomi­sinin Örgütlenmesi] ve Alman emperyalistleri Organinisierung der Weltwirtschaft olarak ifade ederler. Burjuvazi bu "yüksek" ideali silahsızlanmanın avantajlarıyla değiştirir mi? Bir devlet tröstü için, tüm resmi anlaşma ve garantilere rağmen, öldürücü rakibin "terk edilmiş" politikayı başlatmayacağı garantisi var mıdır? Karteller arasındaki mücadele tarihini, hatta tek bir ülkenin sınırları içinde bile, izleyen herkes koşullar değiştiğinde, örneğin piyasa koşulları değiştiğinde anlaşmaların nasıl sabun köpüğü gibi yok olduğunu bilir. Güçlü bir kapitalist tröstün, örneğin Birleşik Devletlerin di­ğer ülkelere saldırması gibi, diğer tröstleri içeren birliğe savaş açtı­ğını düşünen -"anlaşma" parçalanacaktır. (Bu son durumda, kapitalist devlet tröstlerinin tamamlayıcı kısmını oluşturan sıradan bir sendika tipi kurulduktan sonra karşımıza çok büyük bir formasyon çıkar. Kapitalist devlet tröstleri arasındaki böylesi bir anlaşma ger­çek bir merkezileşmiş tröst haline gelecek ara aşamaları bir hamle­de aşamayacaktır. Bununla beraber, yoğun iç mücadeleyi ifade eden bir anlaşma değişen koşulların etkisine karşı çok kolay uyum  sağlayacaktır). Biçimsel bir bütünleşmenin gerçek olduğu hipote­tik bir durumu ele aldık. Bununla beraber, bu bütünleşme gerçek­leşmez. Zira her ülkenin burjuvazisi, burjuvaziyi izlemekten başka bir şeyi arzu etmeyen ve onun avantajlarını anlamadığını "ispat et­meye" çalışan iyi niyetli pasifistleri kadar hiç bir zaman tecrübesiz değildir.

Fakat, Kautsky ve arkadaşlarının düşündüğü gibi, burjuvazinin ta­bandan gelen baskıyla zorlandığında, emperyalist metotlardan vazge­çeceği hususu tartışılabilir. Bu hususun, bu durumda iki ihtimale açık olduğunu belirterek cevap veriyoruz; ya baskı zayıftır, o zaman her şey eskisi gibi kalır; ya da baskı "dirençten" daha güçlüdür, bu du­rumda ise yeni bir ultra-emperyalizm çağı değil fakat uzlaşmaz çeliş­kilerin olmadığı yeni bir sosyal gelişme çağı başlayacaktır. 

Günümüzde dünya ekonomisinin yapısı, burjuvaziyi emperya­list bir politika izlemeye zorlamaktadır. Nasıl ki koloni politikası kaçınılmaz olarak şiddet yöntemleriyle sıkı sıkıya bağlıdır, her ka­pitalist gelişme de er geç kanlı bir noktaya ulaşacaktır. Hilferding şöyle demektedir. "Şiddet yöntemleri koloni politikasının özüne ayrılmaz bir şekilde bağlanmıştır. Öyle ki, onlar olmadan bu politi­ka kapitalist anlamını yitirecektir. Bu yöntemler, her türlü mülki­yetten yoksun proletaryanın varlığının genellikle kapitalizmin mutlaka aranan koşulu olması gibi koloni politikasının ayrılmaz bir cüzünü oluşturmaktadır. Hem koloni politikasını izlemek ve aynı zamanda bu politikanın sert yöntemlerinin ortadan kaldırılma­sından söz etmek, kapitalizmi yerinde bırakarak proletaryayı yok etmenin mümkün olabileceği hayali gibi ciddiye alınmayacak bir rüyadır. 

Aynı şeyler emperyalizm için de söylenebilir. Emperyalizm de finans kapitalin tamamlayıcı bir cüzü olup, o olmadan kapitalist anlamını yitirir. Tröstlerin, tekellerin gerçekleşmesi, serbest ticaret politikasının barışçıl genişlemenin gerçekleşmesini sağlayan unsur olduğunu düşünmek zararlı bir ütopik fantezidir. 

Fakat, "ultra-emperyalizm" çağı gerçek bir ihtimal değil midir, merkezileşme sürecinden etkilenmez mi? Kapitalist devlet tröstle­ri, hepsini içine alacak bir güç bunları tahakkümü altına alıncaya kadar birbirlerini aşama aşama yok etmeyecekler mi? Sosyal süre­ce sadece mekanik bir süreç olarak baksaydık ve emperyalist poli­tikaya karşı olan güçleri hesaba katmasaydık, bu ihtimal düşünüle­bilirdi. Bununla beraber, giderek daha büyük ölçülerde birbirini iz­leyen savaşlar kaçınılmaz olarak sosyal güçlerin yer değiştirmesi­ne neden olacaktır. Kapitalist gözüyle bakıldığında, merkezileşme süreci, merkezileşme süreciyle uzlaşmaz çelişki içinde bulunan sosyo-politik eğilimlerle çatışma içindedir. Böylelikle, mantıksal sonucuna ulaşamaz, çöker ve sonuca yeni, sadeleşmiş kapitalist ol­mayan bir biçimle ulaşır. Bu nedenle Kautsky'nin teorisi hiçbir şe­kilde gerçekleşmez. Bu teori emperyalizmi, kapitalist gelişmenin kaçınılmaz sonucu olarak değil fakat kapitalist gelişmenin "karan­lık yönü" olarak görmektedir. Marx'ın oldukça sert bir biçimde saldırdığı, düzeysiz ütopya sahibi Proudhon gibi, Kautsky de kapi­talist düzenin "parlak" yanlarına dokunmadan emperyalizmin "ka­ranlık" yanlarını elimine etmek istiyor. Kullandığı kavram modern toplumu parçalayan korkunç çelişkilerin gizlenmesini ifade ediyor ve bu kavram bu bağlamda reformist bir kavramdır. Reformizmi teorik hale getirmenin karakteristik özelliği, çelişkilerini hiç gör­meden kapitalizmin unsurlarının koşullara adaptasyonunu ortaya koymasıdır. Tutarlı bir Marksist için, tüm kapitalist gelişme, kapi­talizmin çelişkilerinin giderek genişleyen bir ölçekte sürekli yeni­den üretilmesi sürecinden başka bir şey değildir. Kapitalist bir ekonomi biçimiyle, dünya ekonomisi gelecekte içerisindeki gizli uyum eksikliğinin üstesinden gelemeyecektir. Aksine, bu uyum eksikliği giderek genişleyen ölçekte yeniden üretilmeye devam edecektir. Bu çelişkiler gerçekte sosyal organizmanın bir başka üretim yapısında -ekonomik faaliyetlerin iyi bir şekilde planlandığı sosyalist örgütler yoluyla- uyumlu hale getirilir.

Kaynak: Nikolay Buharin

Çeviren: Uğur Selçuk Akalın

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005