Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Küreselleşme Çağında Yeni Milliyetçilik 

Soğuk savaş sonrası tesis edilmeye başlayan tek ku­tuplu ve küresel eğilimli yeni dünya düzeni, kısa zaman­da kendi antitezlerinin uyanmasına yol açtı. En güçlü tep­kilerden birisi küreselleşmeyi emperyalizmin yeni boyutu olarak gören anti-emperyalist ve Marksist çevrelerden gelmiştir. İkincisi küreselleşmenin dünya egemenliği ve kültürel hegemonya iddialarından rahatsızlık d-uyan- ve küreselleşmenin önderi güçlerden farklı kültürel kodlara sahip çevrelerden gelen milliyetçi tepkilerdir. Fukuya-ma'nın soğuk savaş sonrası liberal demokrasi ve kapita­list sistemin  mutlak zaferini  ilan  etmesine karşın, dünyanın çeşitli yerlerindeki milli, kültürel, etnik ve dini hareketler milliyetçilik akımlarının tekrar canlanmakta olduğuna işaret oluşturmuştur. Etnik hareketler, küresel­leşmenin kendi güçlerinin karşısında ciddi engeller oluş­turabilecek önemli milli güçlerin zayıflatılması ve top­lumların atomize edilmesi bakımından ele alınırken, dini hareketlerin de bir fundamental bir tehlike olması bakı­mından değerlendirildiği görülmektedir. 

Yeni milliyetçiliğin ne olduğu konusunda farklı değer­lendirmeler yapılmasına rağmen, kabul edilen yönü milli kültür ve kimliklerin hiçbir evrenselci etkiyle silinemedi-ği ve fırsatını bulduğunda kendisini açığa çıkardığı nok­tasıdır. Issac Berlin'in tespitiyle, evrenselci enternasyona-list komünizmin Sovyetler Birliğinde bastırdığı milli kim­liklerin, tıpkı yere bağlı bir ağaç dalının bağlarından kur­tulduğunda fırlaması gibi açığa çıktıkları görülmüştür. Önemli olan bu kültürel kimliğin bastırılma tarzı ve yaşa­nan süreçtir. Sert baskılar çabuk tepki çekmesine rağmen, yumuşak ve farkında olmadan yapılan homojenleştirme ve kimliği yok etme süreci beklenmedik bir yerde ve şe­kilde sekteye uğrayabilmektedir. Bu isimlerin değiştiril­mesi olabileceği gibi, aynı duyguları uyandıran ortak me­lodilerde veya bir spor alanında elde edilen başarının pay­laşılmasında ortaya çıkabilmektedir. 

Futbolda Dünya kupası karşılaşmaları toplumlar, kültürler ve kıta'lar arası yaşanan ilginç bir mücadeleye, farklı bir milli heyecana, bireylerdeki silinmekte olan mensubiyet duygusunun açığa çıkmasına yol açmıştır.

 Özellikle güçlü ülkeler karşısında ezilmişlik duygusu ya­şayan ve şahsiyetli bir başkaldırı ihtiyacı hisseden ülke­lerde  bunun  yansıması  hayli  ilginç  olmaktadır.   Bu bakımdan Türkiye açısından karşılaşılan manzarada, ba­şarıların sonucunda yoğun bir toplumsal duygu ve bilinç artışına sahne olmuştur. Bayrak bir toplumsal sembol olarak ön plana çıkmış, toplumun bütün kesimleri ta­rafından çok yoğun biçimde kullanılmıştır. Ülkenin marjinalleşmiş kesimleri, bölücülük ve irtica gibi töhmet altında kalmış bazı katmanlar spordaki başarının gururu­nu paylaştıkları görülmüştür. Özellikle maçlarda elde edi­len başarılar ülke insanlarının kendilerine özgüven kazan­masına, bu topluma mensup olduklarından dolayı duy­dukları hazzın yükselmesine, yeni kuşakların milli sem­bollerine ve ülkelerine bağlılıklarının artmasına vesile ol­muştur. Gazetelere yansıyan bir öğrencinin milli takımın başarılan karşısındaki feryadı "bana ülkemi ve bayrağımı sevmeyi  öğrettiniz"  şeklinde insanların duygularına tercüman olmuştur. 

Türk milli takımının umulmadık ve benzeri daha önce görülmemiş başarısı, ekonomik ve idari krizlerden bir türlü çıkamayan Türkiye için adeta bir 'devrim' olarak ya­şanmıştır. İdeolojilerin ve siyasi kampların çöktüğü dün­yamızda gittikçe dağılmaya başlayan toplumların yeni bir duygu atmosferi ile tekrar bütünleşmeye başladıkları görülmüştür. Türkiye'de olduğu gibi dünyanın pek çok yerinde atomize olmuş, parçalanmış toplumlar spor et­rafında birleşmeye ve ortak kimliklerini bulmaya baş­lamışlardır. Kazanılan başarılar yeniden millet haline gel­meyi veya millet olduğumuzun hatırlanmasına katkı sağ­lamıştır. 

Gazeteci Ertuğrul Özkök'ün değerlendirmesiyle eski­den atomize bir millet iken futboldaki dünya çapında ka­zanılan başarılar sayesinde "tek millet" haline geldik. 

Önce ülkücü-devrimci, sonra laik-şeriatçı, sonra alevi-sunni, sonra Türk-Kürt diye bölündük. Futbol sayesinde bütün bunları unutup yeniden tek millet olduğumuzu hatırladık. Özkök'e göre duvarların yıkılışından sonra belki de en önemli sosyal ve ekonomik devrimlerden biri­ne tanık oluyoruz. Bunun adı "Spor Devrimi"... Savaş­ların, etnik çatışmaların, ideolojilerin paramparça ettiği dünyada yeni bir olay yükseliyor. Dünyanın her yerinde atomize olmuş, parçalanmış toplumlar spor etrafında bir­leşiyor. Toplumun uç kesimini temsil eden ve marjinal görülen pek çok kesim bu sayede kendilerini bu toplu­mun bir üyesi olarak gururla ortaya koydu. Türbanlı kızlar üniversite kapılarından sonra ilk defa Milli Takım için sokağa indiler. Siyasilerin, medyanın birleştiremedi-ği, hatta tam aksine kamplaşmasına yol açtığı genç insan­lar, sporun yarattığı başarı duygusu etrafında bir araya geldi. Şimdi spor yeni bir toplumsal projeyi ve dönüşümü gerçekleştiriyor. Yeni bir milliyetçilik türü yaratıyor. Bu­nun adı artık "milliyetçilik" değil, başına "yeni" sıfatı gelmiş bir toplumsal vaka ile karşı karşıyayız. İnsanlar, yeniden toplumlarıyla iftihar etmeyi öğreniyorlar. Bir za­manlar insanları "Kahrolsun" çığlığı ve "ötekinden" nef­ret etrafında birleştiren ideolojilerin yerini, "Yaşasın" duygusu etrafında bir araya getiren yeni bir dayanışma zihniyeti doğuyor. Sporun bu "değiştirici", "dönüştürü­cü", "meşrulaştırıcı" ve "moda yaratıcı" gücü genç in­sanlara heyecan verecek bir hareket ortaya çıkarmaktadır. Pek çok yönden karamsar bir ortamdan spor vasıtasıyla insanlarımız yeniden umut verici ve kendine güven duy­gusuyla dünyaya bakabildiler. (Özkök 2002:) 

2002 Dünya Kupasındaki Türk Milli takımının ba­şarısı üzerinde düşünülmesi gerektiğine işaret eden Ho-caoğlu, (2002: 2) elde edilen dünya üçüncülüğünün ya­rattığı sevinç dalgasının üzerinde çok ciddî fikir egzersizlerinin yapılmasına ihtiyaç hâsıl olduğu düşüncesinde ol­duğunu ifade eder. "Hepimizin şahit olduğu üzere, Dün­ya Şampiyonasının başlangıcından îtibâren gösterilen büyük ilgi, sâdece bir futbol maçı merakı olmanın çok ötesine ulaştı. Finale doğru yaklaştıkça tırmanan heye­can, bilhassa Senegal ile yapılan yarı-final maçı ve son­rası, benim gibi, futbola ciddî (veya hiç) bir alâka duyma­yan insanları bile kavradı ve kilitledi. Dünya şampiyonu olmayı hayâl etmeye bile cesaret edemediği açüVa belli olan insanımız tarafından üçüncülük, inanılamaz bir ba­şarı olarak kabul edildi; günler boyunca maçlara kilitle­nen Türk insanı, yurda dönen sporcularımıza tam bir millî kahraman muamelesi yaptı." Hocaoğlu kendisi gibi birçok insanın futbola karşı hiçbir ilgisi olmadığı halde, elde edilen başarılar karşısında ortak bir milli heyecan uyandırdığını belirtir. Bu heyecan sadece bir futbol heye­canı değildir. Bu heyecan her türlü olumsuzluklara rağ­men büyük bir toplumsal birlik bilincinin çok diri oldu­ğunu, yâni bir "millet" olduğunu göstermeye muvaffak olan bir heyecandır. 

Bu futbol başarısı bütün dünyadaki Türklere unutma­ya yüz tuttukları millet olma mensubiyetini tekrar hatır­lattı. Bu maçlar, farkına varmadan, bu ülkenin insanla­rının sâdece aynı toprakta birlikte yaşamak mecburiyetin­de kalan "mekanik vatandaşlar" değil, bu ülkeyi gönüllü bir irâde ile sahiplenen "organik vatandaşlar" olduğunu gösterdi. Toplumun kendisi güçlü bir bilinç geliştirerek: "Demek ki, Bizler, gerçekten de büyük işler başarabilirmi-şiz!" özgüvenini kazandı. "Bu dünya üçüncülüğünün top­lum olarak, kendisine duyduğu güveni büyük ölçüde kay­betmiş Bizler'in içimizde tutuşturduğu kıvılcım budur: Biz en zor olanı dahi elde edebilecek bir potansiyele sahip gerçek bir milletiz!" Türk milleti bu vesileyle kendisini keşfetmeye başladı. Bu alanda gösterdiği başarıyı diğer alanlarda da gösterebileceği inancını tekrar yakaladı. Ba­şarısızlık ve güvensizlik duygusundan kurtulmak için bir kıvılcım elde etti. Şimdiye kadar dünya standartlarında yüksek seviyeli başarılar elde edemeyen bir millet olarak kendi alnının teri ile, bileğinin ve beyninin gücü ile bu ba­şarı seviyesini tutturabilmesi  millet olma bilincinin yüksekliğini gösterir. (Hocaoğlu 2002: 2) 

Bir başka akademisyen yazar Umur Talu da futboldaki başarılarla milliyetçilik arasında olumlu bir korelasyon kurmaktadır. Ona göre kimi futbol kanalıyla milliyetçili­ğin en koyusuna atlasa da, kimi de yıkıcı, ayrımcı bir mil­liyetçilikten futbol kanalıyla barışçı bir milliyetçiliğe geçi-verir. Örneğin kendilerine göre ayrımcı, etnik bir milliyet­çiliğin saldırganlığını da yaşamış, acılarını da çekmiş Ja­ponlar, bir zamanlar, İmparator adına kendi canının esa­misinin okunmadığı kör gözlü ve saldırgan bir milliyetçi­liğin içinden süzülüp gelmiş bir ulus, tüm bir ulusu bir­leştirebilen bir sevinç, tasa ayrıca keyif ve şölen kanalını keşfetmenin kıpır kıpır halindeydi. Tarihsel farklılıklarla da olsa, Koreliler de öyle. 'Hiddink for President' yazacak, yani Hollandalı teknik direktörü devlet başkanlığına layık görecek kadar enternasyonalleşmiş bir milliyetçiliğe varmışlardı. Futbol, başkalarını dışlamadan, başkalarına acı vermeden, 'zafer' uğruna evlatlarınızı feda etmeden, 11 adam üstünden, milli duyguları, milli heyecanları, mil­li karnavalları ve elbet hüzünleri yaşamanın şu andaki en barışçı yolu. İngiltere teknik direktörü ise galiba ilk kez bir yabancı; İsveçli Eriksson. 'Saf ırk' Almanya bile ilk kez zenci bir Almanı, maçın sonlarında da olsa milli formaya kavuşturdu. Mustafa Doğan bir Alman milli. Diğer Türk gençleri Türkiye'ye kaptırmamak için, Yıldıray gibilerini kaçırmamak için Almanya tedbir alıyor. Fransızların, Hol­landalıların, İngilizlerin, Belçikalıların, hatta Kuzeylilerin, futbol kanalıyla farklı ırklardan, etnik kökenlerden ve dinlerden 'vatandaşları'nı kabulünde zaten epeyce yol alındı. Milliyet bir olgu. En enternasyonalistimizin bir ye­rinde dahi futbol vesilesiyle bir aidiyet sinyali veriyor. Bu­na karşılık, milliyeti, insan yıkımına doğru sürükleyenle­rin karşısında, futbolun enternasyonal cümbüşü içinde yumuşayan, başkasını yok etmeden kazanılacak zaferlere, kendi yok olmadan alınabilecek mağlubiyetlere alıştıran bu oyun iyi bir teselli. (Talu 2002: 4) 

Dünya kupası üzerine genel bir değerlendirme yapan Mehmet Yılmaz ise futbol mücadelesini soğuk savaş son­rası hakim güçlerle diğerleri arasındaki bir hesaplaşmaya dönüştüğüne işaret ediyor. Türkiye ve Güney Kore, Dün­ya Kupası finallerinde ilk dörde kalmayı başararak bir il­ke imza atmasını, yerleşik futbol kültürüne alternatif bir soluk getiren bu durumun Amerika'nın ünlü haber kanalı CNN tarafından 'İşte yeni dünya düzeni' başlığı ile tüm dünyaya duyurulması üzerinde duran yazar, bunun ger­çekten böyle olup olmadığının sorgulanması gerektiğine işaret eder. Çünkü Amerika Birleşik Devletleri önderli­ğinde yürütülen yeni dünya düzeni projesi, nihai çerçeve­si tam olarak çizilmeden muallakta b:rakılan, kaos ve kriz ortamlarından maksimum çıkar sağlamaya yönelik bir ge­rilim  politikası  takip  etmektedir.  Bu  gerilim  alanına Dünya Kupası finallerinde de bir nebze şahit oluyoruz. Hakim  medeniyeti  temsil  eden  ülkelerin  takımlarına karşı oynayan ülkelerin, dünyanın dört bir yanından ko­layca taraftar bulması bu gerçeğin küçük bir göstergesi kabul edilebilir. Uluslararası stratejik karar mekanizma­larından dışlanan, ekonomik, mali ve finans halkasında edilgen   bir   unsur  olarak   görülen,   sosyo-politik  ve kültürel alanda 'yok' farz edilen insanlar, tanınmak, bilin­mek ve sisteme entegre olmak istiyor. Bu açıdan ba­kıldığında Senegal'in ilk sekize; Güney Kore ve Türkiye' nin ilk dörde girmesinden sonra tüm dünyada insanların sokaklara dökülerek bu başarıları kutlamasını sadece fut­bolda başarıya duyulan bir açlık olarak izah etmek ne ka­dar doğru olacağını sorguluyor. Sevinç gösterilerinin sa­dece o ülkenin kent ve kasabalarında değil, hakim mede­niyetin kalbi sayılan New York'ta, Paris'te, Berlin'de, Vi-yana'da 'hortlaması' aslında üzerinde düşünülmesi gere­ken çok önemli ve anlamlı bir olguyu işaret ediyor. (Yılmaz 2002: 2) 

Özellikle tarihin sonu ve medeniyetler çatışması gibi Batı -Amerikan medeniyetinin tek önemli güç olarak tes­cil edilme aşamasında dünyanın farklı coğrafyalarından ve farklı medeniyet ve kültürlerinden ortaya çıkmaya baş­layan dinamizm, fırsat bulduğunda kendini ifade etmeye çalışmaktadır. Hakim medeniyetin dışladığı ülkeler futbol yoluyla da olsa kendilerini dünya sahnesinde hissettirme­nin tadını yaşamakta ve paylaşmaktadırlar. Yazara göre Türkiye'nin, Dünya Kupası'ndaki başarısı, yalnızca Türkleri değil, Asya'daki, Afrika'daki, Avrupa'daki, Ame-rika'daki çeşitli renk, ırk ve dildeki insanları da mutlu edecektir. Hor görülen ve yenilgiyi kaderleriymiş gibi ka­bullenen mazlum milletler, Türkiye'nin başarısını kendi başarıları gibi görecek ve bunu hakim medeniyete karşı kazanılmış bir zafer gibi algılayacaktır. Önemli olan, fut­boldaki bu mevzi başarının sürekliliğini sağlamak; ekono­mi, siyaset ve uluslararası strateji alanlarında da aynı ba­şarıya doğru bir an önce milletçe yol almaya başlamaktır.(Yılmaz 2002: 2) 

Dünya kupası başarısından önce, Türk insanı sporda dünya çapındaki başarıları güreşçilerimizde ve Naim Sü-leymanoğlu'nun halterde gösterdiği yeteneklerle yaşadı. Bunların haricinde ciddi başarılar ve zaferler yaşayama­dığı için dünya milletleri karşısında belirsiz bir eziklik ya­şadı. Bu ezikliği kırma noktası Süleymanoğlu'nun üst üste rekorlar kırarak elde ettiği başarılar olmuştur.İlk defa 1988 yılında Türkiye adına Seul'de Olimpiyatlara ka­tılan Naim Süleymanoğlu koparmada 152,5kg kaldırdı. silkmede ise ard arda 180-185-190 kg kaldırarak toplam­da 342,5 kg ile inanılması güç bir dereceyle; 9 Olimpiyat ve Dünya Rekoru kırarak Olimpiyat Şampiyonu oldu.. 1992 yılında yapılan Barselona Olimpiyatları'nda rakiple­rine ezici bir üstünlük sağlayarak altın madalyayı yine ülkemize kazandıran Naim, aynı yıl Uluslararası Halter Basın Komisyonu tarafından Dünyanın en iyi sporcusu seçildi. Ünlü Time Dergisi'ne Atatürk'ten sonra kapak olan ikinci Türk olma başarısını gösterdi. Bir Türk spor­cusu ilk defa Naim Süleymanoğlu adıyla ve başarısıyla Ti­me dergisine kapak konusu oldu. Tüm zamanların en büyük haltercisi cep herkülü lakabını kazanan Naim Süleymanoğlu, madalyaları ve rekorları ile tarihe geçti. Kilosunun üç katını kaldıran Naim Süleymanoğlu, üç Olimpiyatta kazandığı altın madalyalar ile Türkiye'nin ilk sporcusu olma başarısı gösterdi. Türk insanı karamsar havasından ilk defa kurtularak bizden birinin başarısını paylaşarak kendisine güven oluşturdu.

Küreselleşmenin ekonomik ve siyasi anlamda ege­menliğini pekiştirecek güçlü araçları vardır ve etkin ola­rak kullanılmaktadır. Kültür alanında da, medya ve popü­ler kültür aracılığıyla meydana getirdiği etki hayli yüksek­tir. Ancak toplumların milli kültürlerinin gücü ve derinli­ği bu kültürel etkiye karşı güçlü bir direnç oluşturmak­tadır. Çeşitli araçlarla sunulan kültür unsurları bir anda küresel bir etki göstermekte, ama bu etki sürekli ve kalıcı olamamaktadır. Bir anlık veya dönemlik modalar halinde insanların yiyeceğinden, giyeceğinden, dinleyeceği müzi­ğe kadar bir çok alanda belirleyici olma çabalan boşa çıka­bilmektedir. Bu tür küreselleşme faaliyetlerinin ardında belli kültürlerin ve siyasal güçlerin olduğu açıktır. İstense bile kültürel etkileşim tek taraflı bir teslimiyet şeklinde sürdürülemez. Bazı güçlü kültürler muhatap oldukları di­ğer güçlü ve köklü kültürlerin varlığından rahatsrz olur. Bu tür kültürlerin kolayca teslim olmayacaklarını ve ken­di kültürel kimliklerini koruyacaklarını düşünürler. Do­layısıyla bu egemenlik mücadelesinde sürekli empoze edilen ve yaygınlaştırılmaya çalışılan inanç, güçlü kültü­rün hedef olduğu ve vazgeçilmez olduğu inancıdır. Bu inanca göre sürekli ilerliyoruz ve bugünkü çağda mutlaka medeni olabilmemiz için, müzik, edebiyat, film, mimari ve benzeri sanatların bize sunulan formlarını kabul etme­miz ve uygulamamamız gerekir. Hatta kültürün en önem­li unsuru olarak dil bile egemen kültürün dili olmalıdır. Çünkü onlara göre bu dil dünya dilidir ve bütün dünya in­sanlarının bunu bilmesi ve kullanması küresel toplumun tamamlanabilmesi için gerekli koşuldur.

Kültürde bütün zorlamalara karşı köklü bir geçmişe ve derinliğe sahip toplumlarda kendiliğinden belli bir di­renç geliştiği gözlenmektedir. Film endüstrisinin Ameri­kan merkezli bütün büyüleyiciliği ve profesyonelliği karşısında hala kendi karakteristiği ve kimliği ile direnen bir Fransız sineması buna örnektir. Amerikan sineması kendine özgü popüler kültür unsuru olarak dünyayı etki­si altına almakta, hem belirli bir hayat tarzı sunmakta, hem de büyük miktarda ekonomik kaynak sağlamaktadır. Hemen hemen dünyanın her yerine ulaşmakta ve seyirci toplayabilmektedir. İçerdiği mesajlar açısından son dere­ce küreselci mahiyette olup, kendilerini insanlığın temsil­cisi ve tek hakimi olarak doğal bir biçimde sunabilmekte­dirler. Buna karşı direnecek fazla alternatif çıkmamasına rağmen, geleneksel kültür kimliğine sahip ülkelerin ken­di karakteristik damgalarını vurabildikleri örnekler önemlidir. Bu sebepten edebi niteliğinden, kullanılan araçlardaki sembollere kadar bir çok unsurun üretilen eserlerde yer aldığı gözlenmektedir. Adı konmamış bir milliyetçiliğin bir sanat eserine teknoloji ve ekonomiyi de içine alacak şekilde yerleştirilmesi, küreselleşme karşı­sında kendiliğinden gelişen bir milliyetçiliğe işaret et­mektedir. 

Ülkemizin yüzyıllardır sürdürdüğü modernleşme ve Batılılaşma sürecinde toplumsal hayatımıza taşıdığı bir­takım kültürel unsurların benimsenmesi ve eski gelenek­sel unsurların tamamen terk edilmesi oldukça sıkıntılı ol­muştur. Batılı ve medeni olabilmenin yolu olarak sunulan Batının modernleşmiş kültürel tarzı belli kesimlerce kabullenilmesine rağmen, toplumun bütünü açısından faz­la bir anlam taşımamıştır. Örneğin topluma sunulan Batı tarzı müzik, bütün uğraşlara rağmen olduğu gibi gireme­miş ve kendi kültür unsurlarıyla sentezlenerek topluma hitap edebilmiştir. Barış Manço bunun tipik bir örneği ol­muştur. Hem modern, hem milli, hem de sanatçıya özgü karakteristiği yakalayarak bütün toplum tarafından be-nimsenebilmiş ve dışa açılmıştır. Sanat müziği ve halk müziği icracıları artık eserlerini yeni nesillere ulaştırabil­mekte ve geniş kesimler tarafından sevilerek dinlenmek­tedirler. Halbuki kültürün Batılılaşması ve küreselleşme sonucunda yeni yetişen nesillerin kendi tarzlarını terk edip, sunulan tarzları takip etmeleri gerekirdi. Müziğin estetiği ve evrenselliği noktasında Batı tarzı yok sayılma­dan, geleneksel milli tarzın geliştirilerek üst düzeylere çıkarıldığı gözlenmektedir. Bunun adı konmasa da belli oranda milliyetçilik olarak kabul edilmesi gerekmektedir. Çünkü müzik bireyden evrensele uzanan boyutta bir mil­letin (veya kültürün) bütün üyelerini ortak duygularda ve estetik zevkte birleştirebilmektedir.

Türk kültür coğrafyasında müziğin ne kadar önemli bir kültür unsuru olduğu çok basit bir gözlemle ortaya konabilir. Türkiye'de etnik farklılaşmayı bölücülük unsu­ru haline getirenler bile Türk müziğinin evrensel ve milli formları karşısında çaresiz kalmaktadır. İçimizde milliyet ve din esasına göre azınlık olanların bile etkisinde kaldığı bu musiki formları, bu coğrafyada yaşayan insanlara or­tak duygular hissettirebilmekte ve kuvvetli bağlar tesis etmektedir. Sanat müziği alanında eser veren Ermeni bes­teciler bunun en önemli örneğidir. Karşılıklı etkileşimin açıklığı ve kültürü zenginleştirdiği noktasında doğudan batıya büyük bir coğrafyada kendi karakteristiğini yakala­yan Türk müziği, toplumun önemli bir ortak noktasını oluşturmaktadır. Azerbaycan, Urfa-Kerkük, Ege, Karade­niz, Rumeli, Orta Anadolu gibi farklı yörelerin hem ken­di karakteristiklerini ifade ettikleri, hem de Türk müziği formunda insanları ortak duygularda birleştirdikleri görülmektedir. Bu milli kültür unsuru tarihsel değil, canlı olarak yaşanan ve bütün evrenselci kalıpları zorlayarak varlığını hissettiren bir unsurdur.

Sonuç 

Küreselleşme ve milliyetçilik günümüzün en önemli tartışma konularından birisi olmuştur. Sosyolojinin bilim haline geldiği dönemden beri devam eden metod arayış­ları içinde bu tartışma, kurulacak perspektife göre farklı anlamlar yüklenerek farklı noktalara sürüklenmiştir. Tar­tışmanın geçmiş yüzyıllardaki gelişmelerle de iç içe oldu­ğu göz önünde tutularak ele alınması, konuyla ilgili çok sayıda farklı boyutun ortaya konmasına imkan vermekte­dir. Konuya ilerîemecilik ve evrenselcilik perspektifinden bakan bilim adamı ve düşünürlerin küreselleşme adı ile ortaya koydukları teoriler daha çok zorunlu determinist bir yaklaşıma dayanmaktadır. On dokuzuncu yüzyılda sosyal bilimlere de egemen olan mutlak ve çizgisel deter­minist anlayışın bugüne yansıması olarak nitelendirebile­ceğimiz açıklamalar, insanlığın mutlak olarak yaşanan ge­lişmelerle bütünleşeceği, homojenleşeceği ve farklılıkları ortadan kaldırarak tek millet, tek devlet, tek kültür, tek ekonomi oluşturarak bir entegrasyona gideceğini iddia et­mektedirler. Bu bir anlamda Hegel'in 'tarihin sonu' ve Comte'un 'pozitif hal' öngörülerine benzemektedir. Za­ten bunu iddia eden yazarların kendi ifadeleri de bu etkilenmenin olduğu yönündedir. Asıl tartışma da burada çıkmaktadır. 

On sekiz ve on dokuzuncu yüzyılın ilerlemeci ve evrenselci teorisyenlerinin kendi dönemlerindeki gelişmele­ri ve meydana gelen olayları böyle yorumlamaları karşı­sında, umulmayan ve beklenmeyen olaylar diğer bazı düşünürleri bu konuda tamamen ters yönde teoriler ge­liştirmeye yöneltmiştir. Bunun başlıca sebebi öncekilerin yaşadıkları dönemdeki olayları, sosyal gerçekliğin doğru bilgisine ulaşabilecekleri doğru yöntemler ve araçlar kul­lanarak seçmemelerinden ve doğru yorumlayamadıkla-rından kaynaklanmaktadır. Aynı hatanın günümüzde ge­liştirilen teorilerde tekrarlanması, meydana gelen sosyal olayların ve devam eden sosyal süreçlerin doğru çözüm­lenmesini engellemektedir. Bunun için sosyal olayların ve süreçlerin çok yönlülükleri ve iç içelikleri doğru olarak ortaya konması gerekmektedir. Birbirine zıt bakış açıla­rıyla ortada olan sosyal olgu ve sosyal süreçleri görmez­den gelerek, inkar ederek ve mücadele ederek anlamak ve anlamlandırmak mümkün görünmemektedir. Çünkü tartışmaya temel teşkil eden geçmiş dönemin tartışma­larının devam ettiği zemin ile günümüzde yaşanmakta olan sosyal olay ve süreçlerin devam ettiği sosyal zemin birbirine benzemektedir. Buna dayanarak tek yönlü ve tek biçimli yaklaşımlar yerine sosyal olay ve sosyal süreç­lerin birbiriyle ilişkileri ve geçişliliklerini.görmek ve orta­ya koymak gerekmektedir. 

Küreselleşme konusunda ortaya atılan iddiaların da­yandıkları önemli bazı olgusal gerçeklikler inkar edile­mez biçimde ortadadır. Çalışmamızın ikinci bölümünde özetlediğimiz üzere, dünyadaki teknolojik gelişmeler hem üretim ekonomisinde, hem de sosyal yapılarda eski dönemlere göre köklü farklılaşmaların ortaya çıktığını göstermektedir.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005