Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Ortodoks Marxist İktisat Metodolojisi; Eleştirel Yaklaşım 

Giriş 

Bu çalışmanın amacı, (ortodoks) marksist metodolojiyi, varlıkbilim-sel ve bilgi-kuramsal çerçeveden hareketle irdeleyip eleştirmekte­dir. Varlıkbilimsel ve bilgi-kuramsal irdeleme ve çözümleme, metodo­lojik eleştirinin doğal ve zorunlu ilk adımıdır. Zira metodoloji, gerçek­liğe ilişkin bilgi edinme ve üretme yollarını sistematize ederken; ger­çekliğin ne olduğuna ilişkin bir varlık anlayışına (ontoloji) ve gerçek­liğe ait bilginin mahiyeti, sınırları ve edinilme-üretilme imkanlarını be­lirleyen bir çerçeveye (epistemoloji) dayanmak durumundadır. 

Özgün bir metodolojik çerçeve sunan bütüncül bir dünya görüşü­nün; gerçekliğin (insan, toplum ve evren) varlığı ve bilgisini formüle eden özgün birer ontoloji ve epistemolojiye dayalı bir bütün oluştur­ması zorunludur. Bu anlamda ortodoks marksizm, bütüncül bir dünya görüşünün tüm özelliklerini taşımaz. Bütüncül bir dünya görüşünün birbiriyle uyumlu bir insan, toplum ve evren anlayışı içermesi, bu üç düzeyde kapsamlı ve tutarlı açıklamalar sunması ve anlamlı bir bütün oluşturması beklenir. Bu çerçevede marksizm oldukça sınırlı bir dün­ya görüşüdür. Marksizm, insan ve evren düzeyinde kapsayıcı bilgiler sunmaz; açıklamalarını daha çok toplum düzeyinde yoğunlaştırır. Bu­nunla birlikte marksizimin bir insan anlayışı ve evren tasarımından yoksun olduğu söylenemez. Marksizmin maddeci-varlık anlayışı, insan ve evrene ilişkin bir aksiyomatik çerçeveyi doğal olarak beraberinde getirir. 

Marksist metodolojinin temel aldığı varlık-bilgi modeli, maddeci ontolojiye dayalı, diyalektik bir epistemoloji üzerine kuruludur. Bu ne­denle ilkin maddeci ontolji, ardından da diyalektik epistmemoloji -He-gelyen çerçevesiyle- irdelenecektir, ikinci olarak, marksist epistemolo­ji -Hegelci diyalektiği maddeci bir varlık anlayışına oturtan ilginç sen­tezinde- temel karakteristikleriyle tartışılacaktır. Marksist bilgi anlayışı­nı irdeleyen bu tartışmayı, doğal olarak, marksist bilim ve bilimselliğe ilişkin çözümleme izleyecektir. Son olarak da marksist metodolojinin marksist iktisat içindeki yeri ve işlevi, yani marksist iktisadın metodo­lojisi incelenecektir 

Marxist Metodolojinin Ontolojik ve Epistemolojik Temelleri 

1. Maddeci Ontoloji 

Maddecilik; -doğalcı, mekânist, ya da diyalektik- tüm biçimleriyle, belirli bir varlık anlayışına dayanır. Tüm maddeci ekoller belirgin bir "varlık anlayışı" farklılaşmasına karşın, ortak bir ontolojik temelde birleşirler. Bu temel, maddenin önceliği, belirleyiciliği, kendindenliği, objektif gerçekliğitezleri bağlamında belirginleştirilebilir. Madde, insandan ve düşünceden önce vardır; yani bilgi nesnesi (mad­de), bilgi öznesini (insanı) maddesel varlık, varlık bilincini (düşünce) önceler. Madde, bilincin ve ruhun dışında, bilinçten önce ve bilinci be­lirleyen bir gerçekliktir. Bilinç (düşünce), maddeden doğar, yani mad­denin bir ürünüdür. Ontolojik düzeyde varlık özne, düşünce yüklemdir. "Düşünce dünyanın bir yansımasıdır, yoksa tersi değil" (Garaudy, 1975: 26). 

Bilinci önceleyen ve belirleyen madde bizatihi (kendiliğinden) bir gerçekliğe sahiptir. "Kendiliğindenlik" Lucretius'a göre, evrenin te­mel varoluş yasasıdır. Madde ezeli ve ebedidir, yaratılmamıştır. Yani maddeci tez, varlık anlayışı içinde Tanrı'ya yer vermez. Tanrının işlevi­ni ve niteliklerini, sonsuzdan gelip sonsuza gittiğini iddia ettiği ve ne­denini kendi içinde mündemiç varsaydığı "madde" ye atfeder. Madde kendi kendinin nedenidir. Maddenin ilk kaynağı, kendi içinde barın­dırdığı gizli içsel güçtür. "Maddeci madde" kategorisine, göreli kate­gorilerde bulunmayan bazı özellikler atfedildiği açıktır; ancak neden­sellik ilkesini reddetmeyen maddeci tez, "madde"yi kendi kendine var olan tümel bir kategori, bir ilk neden olarak kabul etmekle, kaçınılmaz bir çelişkinin kucağına düşmektedir. Zira maddeci ontolojiye göre ev­ren ezeli, ebedi ve sonsuzdur, ancak onu oluşturan objelerin tümü mekân ve zaman içinde sonludurlar, geçicidirler. Belirli bir zaman ve mekân koordinatlarındaki tüm somut maddesel kategorilerin bir ne­deni vardır. Yani nedensellik ilkesi, tikel kategoriler bağlamın­da geçerli ve fakat tümel madde kategorisi bağlamında geçer­sizdir.  

Nedensellik ilkesine tanınan bu çelişkili geçerlik felsefi bir pa­radokstur. Zira sınırlı, sonlu ve kendi kendinin nedeni olmayan tikel kategorilerin oluşturduğu tümel bütünün sınırsız ve ken­di kendinin nedeni bir gerçeklik taşıması mümkün değildir. Bilinci önceleyip belirleyen madde aynı zamanda bilinçten bağımsız varsayılır. Yani maddeci ontoloji, maddeye insan bilincinden bağımsız bir objektif (nesnel) gerçeklik atfeder, idealist tezin tersine, maddeyi düşünce ve algılarda varolduğu için değil; insan bilincinden bağımsız bir dış-nesnel gerçekliğe sahip bulunduğu için var kabul eder. Bu an­lamda madde, objektif gerçekliği kavramsallaştıran felsefi bir nosyon­dur. 

Maddeye nesnel bir gerçeklik tanıma, maddeciliğin tüm versiyon­larının ortak özelliğidir; ancak objektif gerçekliğin niteliği konusun­da tam bir anlaşma sağlanabilmiş değildir. Madde, insanın dışında ve insandan bağımsızdır; ancak, insanın sürekli etkileyerek değiştirdiği bir gerçekliktir. Bu, maddenin insan pratiğinden soyutlanamayacağı tezine vücut vermiştir. Gramsci'nin "tarihselci madde" kavramı bu te­zin ilginç bir versiyonudur. Gramscigil yaklaşım maddeye, "nesnel bir varoluş", bir "kendinde varlık" tanır; ancak onu düşünceden, insan praksisinden ayırmaz. Gerçeklik, bilen bir özne olan insan tarafından her an yeniden üretilmektedir. Bu bağlamda bilmek ve yapmak, teori ve pratik birleşmekte, özdeşleşmektedir, insanın varoluş tarihinde teori, gerçekliğin "bulunmasından" çok, "yaratılması" işlevini görür. Buradaki "yaratma" eylemi gerçekliğin yoktan var edilmesi değil, in­sanın doğayla etkin ilişkisi sonucu toplumsal olarak düzenlenmiş, in-sancıllaştırılmış olmasıdır. 

"Tarihsel madde" kavramı, "materyalist metafizik" nitelemesiyle anılan, maddeciliğin "madde anlayışına" hayli yabancıdır. "Materyalist metafizik", maddeyi insandan soyutlanmış dolayısıyla ondan bağımsız bir mutlak kategori olarak kabul eder ve maddeye insandan ve tarihten bağımsız bir nesnellik atfeder. Oysa Gramsci'ye göre, insan-dışı ve ta-rih-dışı bir nesnellik olamaz. Nesnel gerçeklik, tüm insanlar için bir "doğruluk" olma niteliğini haiz, tikel ya da bir gruba özgü her görüş noktasından bağımsız bir gerçekliktir (Texier, 1985: 71). Fakat bu ger­çeklik insandan ve tarihten bağımsız değildir. Zira her gerçeklik tarih­seldir. 

Maddeci ontoloji, yukarıda açımladığımız nitelikleriyle - bilinç dışındalık, bilinçten bağımsızlık, belirleyicilik, kendiliğindenlik ve ob­jektif bir gerçeklik olmak - tanımladığı maddeyi, herşeye vücut veren yegane varlık kategorisi olarak kabul eder. Örneğin maddesel olup ol­madığı tartışılan bilinç de, maddenin ürünüdür. 

Maddeci yaklaşımlar arasında bilincin (ve düşüncenin) maddenin bir ürünü olduğu noktasında bariz bir ittifak vardır. Ancak bilincin maddesel olup olmadığı tartışmalıdır. Kimileri (Vogt, Huxley vs.) bilin­cin (ve düşüncenin) maddenin ürünü olduğunu, o nedenle de mad­desel olduğunu savunurken, kimileri de (Marx sonrası maddeciler) bi­lincin maddeye indirgenemeyeceği iddiasında direnmektedirler. İlk yaklaşım tüm gerçekliği maddeye indirgeyen ontolojik bir monizm tazammun ederken, ikinci yaklaşım daha çok epistemolojik bir mo­nizm görüntüsü vermektedir. Cari Vogt'un "Karaciğer nasıl safra, böb­rek nasıl sidik salgılarsa, beyin de öylece düşünce salgılar" sözü ilk tür maddeci yaklaşımın tipik bir örneğidir. 

Marksist maddecilik, evrenin maddi birliğini savunan bir felsefi monizm'dir. Diyalektik maddeci tez, bilinç ve düşünceyi maddeyle öz-deşleştiren görüşe karşı çıktığı için ikinci tür maddeci yaklaşımlar arasında yer alır. Yani, marksist monizm gerçekliği tek bir temele in­dirgeyen ontolojik bir monizm tazammun etmez görünmektedir. Zira monist maddeci ontoloji, bilincin maddeye irca edilmesini zorunlu kı­lar. Gerçi Marx bilincin, insanın toplumsal (maddi) varlığı tarafından belirlendiğini ısrarla vurgulamaktadır (Marx, 1979: 25). Ancak bu vur­gunun bilinci maddi varlığa indirgeyip maddeyle özdeştiren monist bir anlam içerip içermediği oldukça tartışmalıdır. Marksizmin, "her-şey maddeden hareketle izah edilebilir, fakat maddi olmayabilir" sö­züyle ifade edilebileceğimiz bir epistemolojik monizm içerdiğini söy­lemek, kanımca, daha doğrudur. Marksist monizm, ontolojik bir mo­nizm olsa bile, yukarıdaki ifade gerçekliğini korur. Zira ontolojik monizm epistemolojik monizmi zorunlu kılar, ancak her epis­temolojik monizm ontolojik monizm tazammun etmez. 

ister ontolojik ister epistemolojik monizm içersin, maddeci felsefe kendi kendinin nedeni bir madde anlayışına dayanır. Kendiliğinden-lik, yani kendi kendinin nedeni olma, maddenin aksiyomatik varlığı­nın kabulünü gerektirir. Böylece pozitivist ontolojide "olgu"ya at­fedilen işlev ve konum, maddeci ontolojide "maddeye atfedi­lir. Yani maddeci ontoloji "madde"nin aksiyomatik varlığı esasına da­yanır. Madde (ve maddeden doğan gerçeklik) yegane varlık kategori­sini oluşturur. Maddesel olmayan bir gerçeklik, bir "yokvarlık"tan baş­ka bir şey değildir. Açıktır ki bu görüş, metafizik gerçekliğin varlığı­na ilişkin bir agnostik tavra bile gerek'duymadan, metafiziği varlığı ve bilgisiyle kesin olarak inkâr eder (yok varsayar).

2. Diyalektik Epistemoloji 

Diyalektiğin eski Çin ve Hint düşüncesi ile başlayıp Herakleitos ve Platon uğraklarından geçerek Hegel ve Manc'a kadar uzanan uzun ve zengin bir tarihi vardır. Diyalektiğin ilk versiyonları, Eski Yunan'dan önce Çin ve Hint felsefelerinde ifadelerini bulmuşlardır. Örneğin di­yalektiğin çelişme olgusu Lao-tse ve Chuang-tzu'da önermelerle açık bir şekilde formüle edilmiştir. Chuang-tzu'nun "Tek olan tektir, Tek olmayan gene Tektir, ifadesi ile Lao-tse'nin "kesinlikle doğru olan söz­ler çelişik görünürler" önermesi çelişik mantığın açık ve basit anlatım­larıdır. Herakleitos'a göre karşıtlar arasında çatışma tüm varlıkların te­melini oluşturmaktadır. "Kendi içinde çelişki olan bütün Bir'in, kendi­sine eşit olduğunu anlamıyorlar" cümlesi, diyalektik düşünce biçimi­nin tipik bir örneğidir. Ancak Herakleitos'da diyalektik kesin, bilinçli ve dizgeli bir biçimde sergilenmeyip, yalnızca önermeler yoluyla dile getiriliyordu. Yani daha çok sözlü anlatıma dayanan ve karşıt olguları dile getiren bir diyalektik biçim söz konusuydu. Sokrates'le birlikte di­yalektik, bir anlatım yöntemi olmaktan öte, gerçeğe ulaşmada yeni bir tür öğrenme ve bilme yöntemi olarak kullanılmaktadır. Sokrates, öğrenme-öğretme sürecine kazandırdığı diyalog ya da soru-cevap yöntemiyle, diyalektiğin ilk sistemli bilgi-teorik adımını atmıştır. Pla-ton'la birlikte ise diyalektik, bir tür bilgi-kuramsal ve varlık-bilimsel bir yöntem gibi kullanılmaya başlanmıştır. Platon kendisine, duyumsal dünya ile akli dünya bağlantısını kurmayı ve dış-nesnel gerçekliğin ya­pısını çözümlemeyi amaç edinmiştir. Bu nedenle Platon'da diyalektik, duyumsal evren ile akli evreni, yani nesneler dünyası ile düşünce dün­yasını bağıntılandıran aklın, çözümleyici ve bileşimleştirici işleviyle belirginleşmektedir.  

Platon aklımızın işleyiş yasaları ile dış nesnel ger­çeklik olan bu dünyanın işleyiş yasalarını üstü kapalı bir biçimde ara­maya koyulmuştur. 

Böylece Platon'dan başlayarak diyalektik, bir düşünme-yargılama, sonuç alma ve anlama biçimi olarak bilgikuramsal ve varlıkbilimsel ala­na kaydırılmış olmaktadır. Yani artık sözkonusu olan, biz neyi bilebili­riz ve neyi bilemeyiz; neyi anlayabiliriz ve neyi anlayamayız; mutlak bil­giye ulaşabilir miyiz, yoksa ulaşamaz mıyız; aklımızın yasaları ve onun işleyişi ile dış-nesnel gerçekliğin yani özne ile nesne'nin işleyiş yasa­ları arasında ne gibi bir ilişki bulunmaktadır; ya da bir özdeşlik sözko­nusu mudur, yoksa ne ilişki ne de özdeşlik sözkonusu olabilir gibi so­runsalların aydınlatılması ve çözümlenmesidir. Bu sorunsallar diyalek­tiğin modern Batılı versiyonlarının da odak temalarını oluşturmakta­dır. Ancak sorunsalların çözümlenmesinde diyalektiğin yüklendiği iş­lev açısından versiyonlar arasında belirgin bir farklılaşma göze çarp­maktadır; fakat bu farklılaşma modern versiyonlara özgü yeni bir olgu değil; kaynağının Eski Yunan düşüncesine kadar uzatılması mümkün­dür: Eskinin Aristo-Eflatun farklılaşması, daha zengin bir içerik kazana­rak Kant ve Hegel arasında varlığını sürdürmektedir. Kant diyalektiği aynen Aristoteles gibi bir düşünce eylemi ve yeteneği olarak algılarken; Hegel onu, düşüncemizin oluşmasının ve aklımızın işleyiş yasalarının ve dış-nesnel gerçeklikle kurduğu bağlantıların yöntemi olarak gör­mekte; dahası, Evren-Doğa-lnsan varlığı üçlü bileşiminin varolmasının yasaları, işleyiş biçimi, gelişmesi-derinleşmesi-ve başkalaşmasının di­namiği ve makinası olarak kabul etmektedir (Yenişehirlioğlu, 1985: 20-23). 

Modern versiyonlar içinde Marx'ı Hegel izleyicisi olarak kabul et­mek mümkün. Marx, Hegelyen diyalektiğe -çerçeveyi aynen alıp- mad­deci bir içerik katarak kendi yöntemini oluşturmuştur. O nedenle He-gelci ve Marx'cı bilgi kuramları ortak bir mantıksal çerçeveyi -diyalektik mantığı- paylaşmaktadır. 

a) Diyalektik Mantık: 

Diyalektik mantık, formel mantığın tersine çelişmezlik yerine çelişmeyi, ayniyet yerine farklılaşmaya, insan zihninin işleyiş sürecine temel alan alternatif bir mantıksal çerçevedir. Buna göre çelişme ve farklılaşma sadece zihnin değil, dış-nesnel gerçekliğin de hareket yasasını oluşturur. Zaten Engels'in tanımına göre "diyalek­tik; doğanın, insan toplumunun ve düşüncenin genel hareket ve ge­lişme yasaları biliminden başka birşey değildir" (Engles, 1977: 240). 

Diyalektik mantık, "varlık" felsefesine karşı "oluşmak" felsefesine dayanır. Herakleitos'un "Herşey akıp gider", "Her şey oluştur" öner­melerinde ilk formülasyonlarını bulan bu felsefe, gerçekliği sürekli bir hareket ve değişim içinde algılar. Öyle ki, hareket ve değişme ezeli ve ebedi olan tek gerçektir3. Hareket ise bir "çelişkiler sürecidir". Ha­rekette olan şey belli bir anda hem belirli bir mekân noktasındadır; hem de değildir. Bir şey aynı anda hem kendisidir, hem de başka bir şeydir. "Aynı olan" ve "başka olan" sürekli bir biçimde "aynı olan"dan türetilir. Türeme (türetme) işleminde, "aynı"nın bir "başka" olabilme­si, bu "aynı"nın sürekli bir biçimde inkârıyla (yadsınmasıyla) gerçekle­şir. İnkâr (yadsınma) ile birlikte "aynı", hem "aynı" hem de "başka" olabilmekte, yani değişim gerçekleşebilmektedir (age. 301). 

i. Diyalektiğin Mantıksal Çerçevesi: 

Hegel'de diyalektiğin mantıksal çerçevesi bir üçleme üzerine ku­ruludur. Birinci önerme ya da terim "tez" (sav) olarak adlandırılır. "Tez"le bir olay, olgu, ya da süreç "olumlanır". Tez her zaman "dolay­sızdır, ya da dolaysızlıkla belirlenir, ikinci (önerme ya da) terim, "An-ti-tez" (karşı sav) dır. Anti-tez "tez"in (inkârı) olumsuzlanmasıdır; fakat bu mekanik bir olumsuzlama ya da formel mantığın "evet-hayır" mo-dalitesi içinde bir "değilleme" değildir. Anti-tez, alternatif bir tezdir; ancak, tez'e karşıt olarak, "tez"den doğmuş bulunduğu için "dolay-lfdır, ya da "dolayım'la belirlenir. "Sentez" ise diyalektiğin üçüncü te­rimidir. Tez'le anti-tez arasındaki çatışmanın yeni bir tez'e dönüşmesi­dir. Bu nedenle inkârın inkârı (olumsuzlamanın olumsuzlanmasi; yad­sımanın yadsınması) deyimiyle de ifade edilir. Sentez, tezi anti-teziyle birlikte içerir; fakat onlardan farklı yeni bir "tez" niteliği taşır. Sen­tezle "dolayım" yeni bir "dolaysızlıkla" erimiş olur. Üçüncü terim (sentez) yöntemin diyalektik sürecinde yeni bir evrimin başlangıç nok­tası olarak varolma gücüne sahip kabul edilir. Bu nedenle o yeni bir üç­lünün doğmasında "ilk terim" (tez) durumuna geçerek diyalektik bir işlev yüklenir. Yani, artık "üçüncü terim" olmaktan çıkarak bir "ilk te­rim" olmuş bulunduğundan, yeni bir üçlünün "dolaysız" olan ilk terim'ini oluşturur. Üçüncü terim'in "dolaysız" olması "dolayım"ın aşıl­dığını gösterir.  

"Dolaysız" olan basit ve farklılaşmamış olup, doğru­dan doğruya (dolaysızca) karşımızda durur ve hiçbir şeye bağlı ol­maksızın, kendisi tek doğru olmayı amaçlar. Oysa ikinci terim artık do-layımlı ve birinci terimle ilişki halindeki bir terimi gösterir. Sentez ise ilk iki terimin tez-antitez farklılaşmasını kaldırarak onları kendi yapısın­da korur. Hegel "sentez"in bu ikili etkinliğini, yani yok ederek koru­ma işlemini ünlü "Aufheben" sözcüğüyle anlatır. Bu sözcükle anlatıl­mak istenen, korunarak aşılma olgusudur. Örneğin, "varlık" tez, "yok­luk" anti-tez, "oluş" ise sentezdir. Varlık ve yokluk birbirlerine dönü­şüp, "oluş"ta aşılmışlardır. "Oluş" denilen bir "üçüncü terim" olmak­sızın ilk iki terim -"varlık" ve "hiçlik"- hiçbir zaman ve hiçbir yerde bir­birlerine dönüşemezler. Yöntemin mantıksal çerçevesini "diyalektik üçlü" bağlamında özetleyelim: 

I.     Terim: Tez her zaman "dolaysız"dır ya da "dolaysızlıkla" belirlenir. II.     Terim: Anti-tez "dolaylı"dır ya da "dolayım'la belirlenir. III.     Sentez: "Dolayım" yeni bir "dolaysızlıkla"ta erir, çelişme aşılmış olup (Yenişehirlioğlu, 1985: 306-328). Tez-anti-tez ve sentez üçlemesi diyalektik bir sarmal oluşturur. Bir üçlünün son terimi olan sentez, ikinci bir üçlünün de ilk terimidir. Di­yalektik sarmal, "alt düzeyde gerçekleşenin üst düzeyde tekrarlandı­ğı" bir süreç oluşturur. Sözkonusu tekrar aynen değil, fakat gelişmiş bir tekrar deyim yerindeyse "diyalektik bir tekrar"dır; yani bilinen an­lamıyla "tekrar" değildir, zira diyalektik süreç geri döndürülemez bir süreçtir. O nedenle aynen tekerrür mümkün değildir. Herakleitos'un ifadesiyle "Aynı suda iki kez yıkanılmaz". Sürekli bir değişme-gelişme vardır. Diyalektik sürecin zorunlu bir ilerleme fikri tazammun ettiği açıktır. Bu ilerleme sonsuza yakınsayan-yani ıraksak- bir süreç oluştu­rur.

ii. Diyalektiğin Yasaları: 

Doğa ve insan toplumunun tarihinden çıkarıldığı savunulan diya­lektiğin yasaları, Engels'e göre, üçe indirgenebilir, a) Niceliğin niteli­ğe ve niteliğin niceliğe dönüşümü yasası; b) karşıtların içice geçme­si yasası; ve c) yadsımanın yadsınması (inkârın inkârı) yasası (Engels, 1979: 85). 

Nicelikle niteliğin diyalektik ilişkisi, eşyadaki niceliksel değişiklik­leri niteliksel değişikliğe dönüştürür. Değişikliğin niceliksel biriki­miyle yeni bir niteliksel hale geçiş, bir sıçramadır. Evrim ve devrim, nicelikten niteliğe geçişin birbirini izleyen aşamalarıdır. Niceliksel de­ğişim belirli bir aşamada (şiddet derecesinde) niteliksel bir değiş­meye dönüşür. Her doğal evrim süreci, bir doğal devrimle noktalanır ve yeni bir süreç başlar. Kategoriler arasındaki tüm mahiyet farkları, böylesi bir değişme nosyonu ile izaha çalışılır. Nicel-nitel değişiklik ilişkisine dair "su" örneğini ele alalım. Su normal basınç altında 0° de­recede buz halinden sıvı haline ve 100° derecede sıvı halinden gaz ha­line geçer. Suyun sıcaklığının 0° dereceden 100° dereceye değin nice­liksel değişimi (artışı) 100° derecede niteliksel bir değişime inkılab eder ve su buhar (gaz) haline geçer. Böylece suyun mahiyetindeki ni­celiksel değişim belirli bir sıçrama noktasında nitel bir dönüşüme yol açar. Ancak buradaki dönüşümün diyalektikselliği tartışmalı olsa ge­rektir. Zira diyalektik süreç geri döndürülemez bir süreçtir. Oysa su, sı­vı halinden gaz haline geçebildiği gibi, gaz halinden sıvı haline de ge­çebilir. Buradaki geçişler ve dönüşümler geri çevrilebilir.

Tüm "şey"ler (olgu, süreç) karşılıklı hareket ve evrensel bağlılık ilişkisi içindedirler. Karşıtlar içice geçmiştir, fakat aynı zamanda ça­tışma halindedirler. Hayatla ölüm içice, fakat mücadele halindedir. 

Gerçeklik içinde karşıtların savaşımı sözkonusudur. Bu savaşım, üçüncü yasa (inkârın inkârı, yadsımanın yadsıması yasası) ile aşılır ve yeni bir biçim kazanır. Zira her olumsuzlama (yadsıma) olumsuzlana-rak (yadsınarak) yeni bir süreç başlar. 

Diyalektiğin yasaları temelde "çelişme" nosyonuna dayanır. Karşıt­ların çelişme ve çatışması, gelişmenin itici dinamiğidir. Bu noktada Popper, diyalektikçilerin, gelişmeyi doğuran çelişkilerin verimli oldu­ğunu ve düşüncenin gelişiminin yürütücü dinamiğini oluşturduğu­nu doğru olarak gördüklerini ancak yanlış olarak da çelişkilerden ka­çınmanın gerekmeyeceği sonucuna vardıklarını savunur. Diyalektikçi-ler, çelişkilerin evrenselliği tezinden hareketle, onlardan kaçınılmaya­cağı iddiasında direnirler. Böyle bir direnme, geleneksel mantığın "çe­lişmezlik ilkesfne saldırmak demektir. Bu ilke çelişen iki önermenin birleşmesinden meydana gelen bir önermenin de, salt mantık neden­lerinden ötürü yanlış sayılarak atılması gerektiğini gösterir. Diyalektik-çiler, çelişkilerin verimliliğine dayanarak, bu mantık yasası bırakılmalı derler. Oysa Popper'a göre çelişkilerin verimliliği, bunlara katlanmak için verdiğimiz kararın (çelişmezlik ilkesine uygun tutumun) neticesi­dir. Gelişmeyi iten biricik kuvvet, tez ile anti-tez arasındaki çelişmeyi kabul etmemek, ona katlanmamaktaki direnmemizdir. Gelişmeyi teş­vik eden şey, ne bu iki düşüncenin içindeki gizli bir kuvvet, ne de ara­larındaki gizli bir gerilimdir; yalnızca, çelişmeleri kabul etmemek yo­lundaki kararımız ve azmimiz, bunlardan kaçınmamızı sağlayacak yeni görüş arayışlarımızdır. Popper'a göre, çelişkilerden kaçınmak gerek­sizdir iddiası bizi bilimin, eleştirinin ve rasyonelite ilkesinin yıkılması sonucuna götürür (Popper, 1982a: 109-115) 

b) Epistemolojik (bilgi kuramsal) Çerçeve: 

Platon'la birlikte diyalektiğin epistemolojik bir içerik kazandığını belirtmiştik. Diyalektiğe en son şekli ise -mantıksal çerçevede ve bilgi kuramsal düzeyde- Hegel tarafından verilmiştir. Hegel'de dış-nesnel maddesel gerçek dünya ile akli dünya arasında var olan bağlan oluş­turan öğeler ancak bazı evrensel mantıksal-akli yasalardır, işte bu ev­rensel mantıksal-akli yasalar, Hegel'e göre diyalektiğin yasalarıdır. Ya­ni diyalektik, dış dünya ile akli dünya arasındaki ilişkileri inceleyen, çö­zümleyen ve yorumlayan bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yöntem, hem bilgimizi elde etmede, hem kavram ve kategorileri bul­mada, hem de bilgiler ve kavramlar ile dış-nesnel gerçeklik arasında bağ kurarak, aklımızın yasalarıyla nesnenin yasalarının aynı olduğunu ve bu nedenle de bilgimizin kaynağının dış nesnel gerçek olan du­yumsal dünyanın kendisi olduğunu vurgulamada gerekli rolü oyna­maktadır. Aynı zamanda düşünceye kurgusal üçleme niteliği kazandı­rarak, insan bilgisinin "mutlak bilme"ye değin uzanabileceğini göster­mektedir. Diyalektiğe yüklediği işlevle Hegel, bilgimizin tarihiyle dış nesnel gerçekliğin, yani nesne-maddenin tarihini özdeş kılmış oluyor­du. Nesneler, yansıtmış oldukları belirlenimler ile aynı şeydirler, yani özdeştirler. Çünkü biz, nesneler ve yansıttıkları belirlenimler arasında kesin bir ayırım ve soyutlama yapamayız. Nesne, düşüncenin kavradı­ğı gibidir. Bilgi de kavramsal olmak zorundadır. Bunun yanısıra varlık ve evren ise, bilinç için varlık ve evren anlamına gelmektedir. Çünkü bilinç dışında bir varlık yoktur. Kısacası evren, bilinçliliğin içeriğidir (Yenişehiroğlu, 1985: 299, 347). 

Özetle, Hegel'de akli bilgi ile nesnenin bilgisi, kavramsal öznenin bilgisi ile maddesel nesnenin bilgisi aynı bilgidir (Yenişehiroğlu, 1985: 308). Hegel düşüncemizin yasaları ve içerikleri ile nesnel dünyanın ya­saları ve içerikleri arasında kurduğu diyalektik bağlantı ile düşünce­mizin nesnelliğini temellendirmektedir. Bu nedenle de düşüncemizin ve nesnel gerçeğin kategorilerinin ortak kategoriler olarak kabul edil­mesi gerektiğini savunmaktadır. Kategoriler aynı zamanda hem dü­şüncemizin hem de doğrudan doğruya nesnenin belirlenimleridirler. Bu nedenle nesnel gerçekliğin mutlak bilgisine ulaşmak olanağı var­dır (Yenişehirlioğlu, 1985: 236). 

Özdeşlik felsefesi, Hegelci diyalektik bilgikuramının diğer bir bo­yutunu oluşturmaktadır. Bu felsefe'ye göre, "akla uygun olan ger­çektir, gerçek olan akla uygundur", dolayısıyla akıl ve gerçek özdeştir. Bu özdeşlik aklın yasaları ile gerçekliğin yasalarının özdeş­liğini de beraberinde getirir. Böylece akli bilgi ile gerçekliğin bilgisini çakıştırmanın felsefi zemini hazırlanmış olur. Artık nesnenin bilgisi ile akli bilgiyi, düşünce ile gerçeklik kategorilerini özdeşleştiren argüma­nı üretmek mümkün ve zorunludur. Yani sözkonusu argümanla ifade edilen yaklaşım, özdeşlik felsefesinin zorunlu bir sonucu olmaktadır. 

Hegel'in özdeşlik felsefesi uyarınca, akıl diyalektik olarak ge­liştiği için gerçeklik de diyalektik olarak gelişmek zorunda­dır. Bu yüzden evrende de diyalektik mantığın yasaları geçer­lidir. O halde diyalektik çelişmeler, dış nesnel gerçekliğin -evrenin-kendisinde de vardır. Eğer bu böyleyse çelişmezlik ilkesinin terkedilmesi gerekir. Zira bu ilke kendi kendisiyle çelişkili hiçbir önermenin veya aralarında çelişki bulunan hiçbir önerme çiftinin doğru olamaya­cağını, yani gerçeklere uyamayacağını söyler. Başka bir deyişle çeliş­mezlik ilkesi, doğada hiçbir zaman çelişkiler olamayacağı, olayların birbirleriyle çelişmeyeceği anlamına gelir. Fakat gerçekle aklın öz­deşliği felsefesine dayanılarak, düşünceler birbirleriyle çeli-şebileceğinden gerçeklerin de birbirleriyle çelişkili olabile­ceği ve gerçeklerin tıpkı düşünceler gibi çelişkilerle geliştiği dolayısıyla çelişmezlik yasasının terkedilmesi gerektiği ileri sürülmüştür (Popper, 1982a: 124-5). 

Diyalektik maddeci ontolojiye göre, gerçekliğin bizatihi kendisi çe­lişkilidir. Her fenomen birbirini reddeden, fakat birbirinden ayrılmaz zıt öğeler içerir. Öğeler arasındaki tezat ise bir çelişki içerir. Oysa te­zat (zıtlık) ve çelişme birbirinden farklı kategorilerdir. Her tezat zorun­lu bir çelişme tazammun etmez. Örneğin, bir zıtlık oluşturan pozitif ve negatif elektriğin birbirleriyle çelişkili olduğu söylenemez. Yani pozitif ve negatif elektriğin varlığı bir çelişki değil, bir zıtlıktır. Bir çelişkinin varolabilmesi için örneğin bir cismin, bir bütün olarak aynı anda hem pozitif hem de pozitif olmayarak yüklenebilmesi ve böylece aynı anda bazı negatif yüklü parçacıkları hem çekmesi, hem de çekme­mesi gerekir. Oysa bu tür olayların varolmadığını biliyoruz.

Eşyanın (gerçekliğin) mahiyetinde, tezat (zıtlık) var, fakat çelişme yoktur. Çelişme ontolojik düzeyde değil, epistemolojik düzeyde söz-konusudur, zira sözkonusu bağlam içinde çelişme, zihnimize ait bir mantıksal kategoridir ve gerçekliğin bizatihi kendisi ile zihni-mizdeki biçimi arasındaki farktan kaynaklanmaktadır. Oysa maddeci diyalektikte tez, antitez ve sentez, sadece zihni kategoriler değil; dış-nesnel gerçekliğe tekabül eden ontolojik (varlıkbilimsel) kategorilerdir. Bu, diyalektik yasaları hem zihnimiz, hem de dış-nesnel gerçeklik için geçerli varsaymanın doğal bir sonucudur.

Bu bağlamda tezin kendi anti-tezini doğurması yalnız zihinsel dü­zeyde değil, nesnel gerçeklik düzeyinde de sözkonusudur. Oysa Pop-per'a göre, anti-tezi, tezin bizatihi kendisi değil, bizim eleştiri­ci tutumumuz doğurur. Eleştirel bir tavrın takınılmadığı yerlerde -ki birçok kereler böyle olur- hiçbir anti-tez doğmaz. Bunun gibi, sen­tezi ortaya çıkaran da tez ile anti-tez arasındaki çatışma değildir. Ça­tışma zihinler arasındadır; bu zihinler ortaya yeni düşünceler koy­malıdır, insan düşüncesi tarihinde sonuçsuz kalan faydasız bir çok ça­tışma olmuştur (Poper, 1982a: 107).

Özdeşlik felsefesinin bilgi-teorik düzeyde önemli bir diğer sonucu, Hegel'ci bilgi kuramında deneyi temellendirme işlevi görmesidir. He-gel için tüm bilgi kavramsaldır, çünkü biz nesneyi, ona uyguladığımız kavramlar yoluyla bilebiliriz (Yenişehirlioğlu, 1985: 270). Kavramları ise gerçekliği -insanı, toplumu, evreni- algılama ve öğrenme sürecin­de -deney sürecinde- üretiriz. O halde bilgimiz deneyseldir, yani de­neyden gelir. Bu sonuç, Hegel idealizmi ile ampirizm arasındaki bilgi-teorik kesişme noktasını oluşturmaktadır. 

Kaynak: Ahmet KARA

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005