Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

"Türkiye ile Japonya Ortaasya'da Büyük Yatırımları Birlikte Gerçekleştirebilirler" 

Prof. Dr. Mete Tuncoku

Röportaj: Gazeteci Ş. Adnan Şenel 

Prof.Dr. Mete Tuncoku, ODTÜ Uluslar­arası İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesidir. Tuncoku, Türkiye'de sayısı üçü, dördü geçme­yen Japonya uzmanlarından birisidir. Geçtiği­miz ay içinde. Başbakanla birlikte katıldığı Ja­ponya gezisinden dönen Sayın Tuncoku'ya, Japonya'nın dış politikası, Japon-Türk ilişkileri ve son Kobe depremiyle ilgili sorular yönelt­tik. 

- Sayın Tuncoku, siz uzun yıllar Ja­ponya'da kalmış, bu ülkeyi, bu insanları ve Japon kültürünü çok iyi bilen binsiniz. Bu ül­keye yaptığınız son seyahatinizden de yeni döndünüz. Hafızalarda tazeliğini koruyan Kobe depremiyle konuşmamıza başlamak isti­yorum. Çünkü bıı üzücü felaket sonrası yaşa­nanlar, yani Japonların bazı davranışları bi­le bu insanlar hakkında bize bazı ipuçları ve­riyor. Oradan yeni dönmüş biı~i olarak, Kobe depremiyle ilgili siz neler gözlemlediniz? Japonlar, -özellikle ölü sayısının çokluğuna pa­ralel olarak- bir hayal kırıklığı yaşamışlar mı, ümitsizliğe kapılmışlar mı, yoksa her felaket­ten dersler çıkarmasını bilen insanlar olarak, bu depremden de geleceğe yönelik dersler çı­karmışlar mır' 

- Bildiğiniz gibi, Japonya'da Ocak ayın­da büyük bir deprem oldu. Kansai bölgesinde Kobe kenti merkez olmak üzere Osaka ve Kyoto şehirlerinde büyük hasarlar meydana geldi. Başbakanla okluğumuz son gezide Ko-be'ye gitmemekle birlikte, bütün Japonya'da olduğu gibi, Tokyo'da da bu depremin psiko­lojik izlerini görmek, hissetmek mümkün. Bir kere, televizyonlarda bütün kanallarda hâlâ depremle ilgili son bilgiler, son gelişmeler an­latılıyor. İlk yardım kampanyaları açılmış; çe­şitli özel-resmi kuaıluşlar bir kampanya baş­latmışlar ve bu sayede de depremin -ki, tele­vizyondan izlediğim kadarıyla 100 milyar do­lara yakın bir maliyeti var- yol açtığı hasarın giderilmesi için gerekli bu parayı içlerinde toplamışlar. Hemen hemen 70 milyar dolan (Yen olarak) derlenmiş durumda. Havaalanına indiğiniz ilk andan itibaren memleketteki üz­günlük, keder havasını hissediyorsunuz. Ki­minle karşılaşsanız bir şekilde Kobe depremi gündeme geliyor. Ama Japonlar, biliyorsunuz, 2.Dünya Savaşının yolaçtığı büyük yıkımdan sonra çok kısa bir süre içinde toparlandılar. Ben inanıyorum ki, Japonlar Kobe depreminin sıkıntılarını da kısa sürede atlatacaklardır. Depremle ilgili olarak sık sorulan sorulardan biri de şuydu: Acaba bir yolsuzluk mu vardı? İnşaatlarda az çimento, az çelik mi kullanıl­mıştı da bu kadar çok hasar ve can kaybı ol­muştu? Hayır, oradaki olay depremin türüyle ilgiliydi. Binalar, yollar, inşaatlar "yatay" bir olası depreme göre yapılmış; halbuki bu dep­rem "dikey" deprem, kaldırıp vuruyor. Ve da­ha da olumsuz yönü, merkezinin tam Kobe'-nin altında oluşu. Yani siz binayı istediğiniz kadar dayanıklı, esnek yapın; ama bu deprem kaldırıp oturttu mu dayanmıyor. Bir de, depre­min uzun sürmesi var. Yaklaşık 33 saniye süresince aralıksız bir sallanma var ve buna da­yanmak da pek kolay değil... 

Savın Tuncokıı, aslında konn Japon­ya olunca konuşulacak çok. şey var... Ama, öncelikli konumuz "dışpolitika" olduğu için, bilginiz ve gözlemleriniz dahilinde, Japon­ya'nın dış politika çizgisini ana hatlarıyla özetleyebilir misiniz? 

-  2.Dünya Savaşı sonrası Japon dış poli­tikasını şöyle özetleyebiliriz: Biliyorsunuz, 1946'dan 1952'ye kadar Japonya işgal yöneti­mi altındadır. Amerika'nın önderliğinde mütte­fiklerin işgalindedir. Bu dönemde Japonya'nın bir bütün olarak askersizleştirilmesi söz konu­su. Savaş öncesi dönemin askeri topluluğunun tümüyle altüst edildiği ve her yönüyle sivil de­mokratik ve açık bir toplumun yaratılmayla çalışıldığı dönemdir. Bir çok reformlar yapılır. Bunların en başında parlamenter rejimin otur­tulması geliyor. Büyük şirketler, karteller, tröstler -ki bunlar askeri çevrelerle çok yakından ilişkilidirler- tümüyle dağıtılır. Savaş önce­si dönemde militarist çevrelerle yakın ilişki içinde olan bürokratlar görevlerinden uzaklaş­tırılır. En önemli reform ise anayasa değişikli­ğidir. 1890 Meiji anayasası kaldırılır ve yerine yeni (Amerikan McArthur anayasası da denili­yor) anayasa getirilir. Bu anayasanın, ülkenin ^demokratikleştirilmesi, çok partili rejimin geti­rilmesi, seçim sisteminin yenileştirilmesi, eği­timde büyük reformların yapılması gibi getir­diği değişikliklerin yanısıra en önemli özelliği, bünyesinde bir "9.madde" barındırmasıdır. Bu madde Japonya'nın ebediyen savaş ilan etme yetkisinden uzak durmasını öngörüyor. Yani Japon toplumu Anayasanın 9.maddesi ile ebe­diyen savaş yapma yetkisini reddediyor. Bu­nunla birlikte, ordusu tümüyle dağıtılıyor. Di­yeceksiniz ki, "peki ülkenin güvenliği?".. Ame-rikan'ın güvenlik şemsiyesi altındadır Japon­ya.. Bu, nükleer bir şemsiyedir. Askeri harca-maları neredeyse yüzde sıfıra yakın bir dııru-ma gelmiştir. Çok az bir polis kuvveti kurulur, o da, iç asayişi sağlamak içindir. Ülke, bütü­nüyle Amerikan güvenlik şemsiyesi altındadır (Karşılığında ABD ülkede çok sayıda askeri üs kurma hakkını alır.) Özellikle savaş   sonrası yıllarda ülke baştan aşağı bir üs görünümün­deydi. Fakat Japonlar çok pragmatik, gerçekçi insanlar. 2.Dünya Savaşının sonunda teslim ol­muşladır, ama bunda Japon imparatorunun radyoda yaptığı konuşma çok etkili olmuştur. Japon imparatoru radyo konuşmasında der ki "ben sizden silahı bırakmanızı istiyorum, olumsuz gelişmelerin, kötü gelişmelerin oldu­ğu bir dönemi kapattık, yeni bir dönem başlı­yor. Bu dönemde de sizden özveri, çalışma ve gayret istiyorum". Bu konuşmadan sonra ülke genelinde hiçbir direnme hareketi olmuyor iş­gal kuvvetlerine karşı. Ve büyük bir işbirliği içine giriliyor. Ama yönelilen alan tek, o da ekonomik alan. Askeri harcama sıfır. Ondan sonra güvenlik endişesi de yok. Artı, bölgede patlak veren ve yüzyıllarca süren iki savaş var ki Japonların ekonomik kalkınmasına çok yar­dımcı olmuştur. Kore Savaşı ve ardından Viet­nam Savaşı. Yani bir bakıma bu iki savaşın as­keri yükünü Amerika çekmiştir, bunun parsa­sını toplayan Japonya olmuştur. Nasıl olmuş­tur? Bir kere, savaş nedeniyle Amerika'nın ha­sar gören bütün silahlan, gemileri, uçakları Ja­ponya'da tamir edilmeye başlanmıştır. Ame­rika'nın teşvikiyle bu sanayi dallan yeniden kurulmuştur. Çeşitli endüstri ve teknoloji dal­ları hızla gelişmiştir, eğlence sektörü gelişmiş­tir, hizmetler sektörü gelişmiştir Askeri harca­ma yok, etrafta savaş çıkıyor ve Japonya sava­şın meyvelerini topluyor. Çok çalışkan, özveri­li bir toplum. Böylece Japonya 1952'den 70'li yıllara kadar barış içinde, uluslararası liberal ekonominin bütün avantajlarından yararlanan bir toplum oldu. 1964 Tokyo Olimpiyatları da aslında bunun bir göstergesidir. (Olimpiyatlar genelde ülkelerin gelişmişliğini dünyaya tanıt­ma fırsatı olarak da değerlendirilmektedir.) Yani bir nevi açılım. Tokyo Olimpiyatlarında bunu gösterdiler tüm dünyaya. Ondan sonra da Japon ekonomisinde önlenemeyen bir yük­seliş başlıyor. 

70'li yılların başına kadar Japonların bir dış politikası yok. Amerikayla ilişkiler var sa­dece. Ve büyük sorunlara bulaşmamış. Japon­ya'nın bir tek endişesi var, o da ülkenin yeni­den inşası, yeniden kurulması, gelişmiş bir refah toplumu düzeyine ulaşması... Ancak 1972'de ilk kez Ortadoğu'da, Arap-İsrail sür­tüşmesinin ardından OPEC kurulunca, petrol bunalımı çıkınca Japonya da sallanmaya başlı­yor. Hatta buna petrol şoku deniliyor. Ülke O.D. petrolüne bağımlı olduğu için çok etkile­niyor. Çünkü Araplar şunu diyorlar: "Artık biz­den parayı ver, petrolü al, ama bu Arap-İsrail sürtüşmesine gelince ben karışmıyorum diye­mezsin, yoksa petrol alamazsın". Japonya yüz­de 80 petrol tüketiminde Körfez'e bağımlı. Başka ülkelerden alamaz mı? Alabilir ama yal­nız bir sorun var; Japonya'daki rafinerilerin neredeyse tamamı Ortadoğu petrolünü işleye­cek donanıma sahip. Japonya'nın Ortadoğu petrolü yerine başka bir ülkenin petrolünü ikame edebilmesi neredeyse imkansız. Bütün rafinerilerin değişmesi lazım ki bu da büyük bir ekonomik yük demektir. Böylece ister iste­mez Japonya Ortadoğu'ya giriyor; sadece Or­tadoğu'ya da değil, dünya politikasına daha aktif olarak giriyor. Yalnız burada Japonya'nın bir ikilemi var. Şimdi Amerika bir taraftan di­yor ki, "artık sen kalkınmışssın, 35 bin dolar kişi başına milli gelirin var, yeter artık serbest kısımdan yararlandığın, biraz müsaade et biz öne geçelim. Nasıl geçelim? Şu savunma har­camalarını artır". Büyük baskılarla sıfırlarda seyreden harcama oranı yüzde l'i biraz geçti. Bu kadarlık bir artış bile, Uzakdoğu'daki aske­ri kuvvetler dengesini etkileyebiliyor. Bu neye yol açıyor? Bütün o eski Japonya'nın işgal etti­ği devletler ayaklanıyor, tepki gösteriyor. 

Tarihte bir şeyi öğrendik biz hep: Eko­nomik refah, sanayi refahı, refah toplumunun kuruluşu beraberinde bir şeyi de getiriyor: Mil­liyetçi akımların güçlenmesini.. Toplumlar da­ha bir bilinçleniyor, daha bir kendine güven duyuyor, özgüven kazanıyor ve bu ister iste­mez, ülkenin iç politikasına da, dış politikası­na da yansıyor. Yani bir taraftan uluslararası değişen koşulların yarattığı baskı var; Japonyanın askerileşmesi, askeri harcamalarını arttır­ması yolunda; diğer taraftan içte de yeniden güçlenen milliyetçi akımın istekleri söz konu­su. "Savaş öncesi iç-dış politikalarımız, hiç te Amerikanınkinden, İngiltereninkinden kötü değildi"   diyorlar. Hatta Japonya'nın Çin'deki işgalini işgal değil "ilerleme" olarak tanımlıyor. 

- 9-madde de kaldırılsın diyorlar mı? 

-  Tabii, o da var, ama böyle açık açık değil. Amerika'ya diyorlar ki, askeri harcama­larını artır eliyorsun ama, bu anayasa, bu 9.madde var, nasıl artıralım, ne yapalım' Kaldı­ralım deyince, Asya'daki komşu ülkeler ayak lanıyor. Çin, Kuzey Kore, Tayvan, bütün Pasi­fik, ASEAN ülkeleri, hatta hatta Avustralya, Ye­ni Zelanda... Yani Japonlar bir taraftan iç, bir taraftan dış gelişmeler ışığında bir denge poli­tikası izlemektedir. Bir taraftan pek kurtulmak istemiyor anayasadan. Amerika kalksın diyor, çünkü hâlâ ekonomisine büyük harcamayı ar­tırabiliyor; diğer taraftan da bir şeyler yapması gerektiğini hissediyor ve bunu zorlamaya baş­lıyor. Mesela iki örneği var; bir, bu Körfez sa­vaşında Japonya Körfez'e mayın gemisi gön­derdi. Oysa, Anayasasının 9.maddesine göre bu yasak. Japonya denizaşırı bölgelere ne kuvvet yollayabilir, ne asker yollayabilir, ne de donanma gönderebilir. Buna bir formül buldular ve dediler ki biz "Körfez'e mayın tara­ma gemisini Japon bayrağı altında yollamıyo-ruz, Birleşmiş Milletler bayrağı ve emri altında yolluyoruz." Yani hukuki bir yorum getirdiler. Aynı şekilde Kamboçya'ya -Türkiye'nin Bos-na-Hersek'e gönderdiği gibi- barış gücü gön­derdiler. Yani Japonlar giderek dış koşulların, artı iç koşulların baskısıyla, daha aktif bir po­litika izlemeye başladılar.

-Japonların silahlanmaya bakış açıla­rı bugün nasıl? 

- Japonya bugün de silahlanmaya fazla para ayınnıyor. İktidardaki Liberal Demokrat Parti de bunun faturasının ağır olduğunu, bü­yük sorunlar çıkartacağını biliyor, bunun Ja­ponya'nın dış ticaretini olumsuz etkileyeceğini biliyor. Niye silahlanmaya gitsin, niye donan­ma kursun? Satıyor ürünlerini, endüstriyel mal­larını, Amerika pazarı da dahil, işleri yolunda. Burada bir denge kurmaya çalışıyor, hem avantajlı durumunu koruyayım diyor, hem de dünya hızla değişiyor, globalleşiyor, bir takım sorunlar var, onlara da hazırlıklı olayım diyor. Yani, hassas dengelerin oluşturduğu bir dış politikası var Japonya'nın...

- Japonya'nın gerek iç, gerekse dış poli­tikada istikrarlı bir çizgi izlemesinin sebebi, Liberal Demokrat Parti'nin 1951'den bu ya­na iktidarda otarması olabilir mi? 

-  Şüphesiz ki evet. Japonya'da iki bü­yük parti var. Biri iktidardaki Liberal Demok­rat Parti, diğeri muhalefetteki Sosyalist Parti. Japon insanının ilginç bir özelliği var; onların politikayla pek ilgileri yok. Onlar için varsa yoksa ekonomi. Çok yoğun tempoyla çalışı­yorlar ve tasarrufa olağanüstü önem veriyor-lar.Ekonomik eğilimleri çok belirgin Türki­ye'de insanlar ne kadar politikayla içiçeyseler, Japonlar da tam tersine ekonomiyle ilgileni­yorlar. Buna rağmen, Japonlar her ne kadar politikayla ilgilenmiyorlarsa da seçim zaman geldiğinde gidiyor oyunu bilinçli kullanıyor; ama bunu yaparken de iki parti arasındaki dengeyi şöyle ya da böyle kurabiliyor. Liberal Demokrat Parti bunca yıldır iktidarda ama, muhalefetteki Sosyalist Parti de bunca yıldır muhalefetin bütün gereklerini yerine getiriyor. Kısacası, bir partinin yarım asra yakn bir süre iktidarda kalması şüphesiz ki peşinden istikra­rı da getiriyor ve bu hem iç hem de dış politi­kaya yansıyor.

-  Japonya'dan Türkiye nasıl görünü­yor? İki ülke ilişkileri hangi safhada ve size göre bu ilişkilerin geliştirilmesi için neler ya­pılmalıdır?

-  Türkiye, Japonya'dan iyi görünüyor. Özellikle 1980'den sonra Japonya'nın Türki­ye'ye ilgisi artıyor. Japonlar istikrara çok önem veren bir ülke olduğu için, 80 sonrası gerek te­rörün bitmesi, gerekse liberal ekonomiye ge­çilmesiyle birlikte Türkiye'ye duyulan yakın­lık da arttı. Bir de şu var, petrol bağımlılığıyla birlikte Ortadoğu'ya ilgisi artan Japonya, bu bölgenin tarihini incelediğinde karşısına Os­manlı İmparatorluğu çıkıyor; bu da onların bu imparatorluğu incelemeye, araştırmaya kadar götürüyor. Dolayısıyla, Önce Osmanlı ve son­ra da Türkiye konusu Japonya için ilgi alanı haline gelmiştir. Bugün Japonya'da Osmanlıca, Arapça, Farsça, Türkçe bilen, çeşitli branşlarda kendini yetiştirmiş Türkiye uzmanları vardır ve bunların sayısı tahminime göre 100'ü bulmak­tadır. 

İki ülke arasındaki ekonomik ilişki ko­nusuna gelince: Türkiye Japonya için bir po­tansiyeldir, bir pazardır. Yatırımlar için önemli­dir, artı Türkiye yoluyla üçüncü ülkelerde, me­sela Orta Asya'da, Kafkaslar'da, ortak yatınm-lar yapmak için de değişik imkanlar sunmakta­dır. Türkler kültürel yakınlıkları ve teknik im­kanlarıyla, Japonlar da sermayeleriyle Orta Asya'da büyük yatırımlara birlikte girebilirler. Ancak, Türkiye de Japonya'ya daha ciddi eğil­mek zorundadır, daha yakından tanımak zo­rundadır. Japon toplumunu, Japon insanını in­celemek, bilmek, öğrenmek zoaındadır. Ja­ponya'da bugün Türkiye'yi her yönüyle incele­yen 100'e yakın uzman vardır. Oysa Türki­ye'de Japonya'yı diliyle bilen, Japonca kaynak­lara eğilerek inceleyebilen araştırmacıların sayısı üçü dördü geçmiyor maalesef, Türki­ye'de Japonya hâlâ dolaylı olarak tanınıyor, Batılı eserler kanalıyla tanınıyor. Uzun dönem­de ele almak lazım bu konuyu. Planlarımızı, çalışmalarınızı bu yönde yapmak lazım. Kalıcı ilişkiler bence bu şekilde daha sağlıklı olur ka­naatindeyim. Yani konuya sadece "alış-veriş" ilişkisi olarak bakmamak. Sürekli

ve çok yönlü bir işbirliği olarak değerlendinneliyiz. 

- Teşekkür ederiz.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005