Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Uluslararası Sermaye Hareketleri 

Kavram ve Tanımı 

Uluslararası sermaye hareketlerini birçok şekilde ifade etmek mümkündür. Yabancı sermaye, yabancı sermaye yatırımları, deniz aşırı yatırımlar dış yatırımlar ve uluslararası sermaye hareketleri; en basit tanımıyla, ulusal sınırları aşarak başka bir ülkeye giren ya da ülkeden çıkan fonlar şeklinde tanımlanabilir. Uluslararası sermaye hareketleri herhangi bir ülke vatandaşının bir diğer ülkenin yerleşik vatandaşına fon aktarması ya da ondan bir aktif satın almak üzere fon göndermesi ile meydana gelmektedir. (IMF Occasional papers no:77, 1991) 

Sermaye hareketlerini; Kenan Bulutoğlu (1970:5), “Bir ülkenin, karşılığını ödemeksizin dış ülkelerden sağladığı iktisadi kaynaklar” olarak tanımlar. Bu tanımda geçen, karşılığını ödemeksizin ifadesi ödemelerin işlemin yapıldığı an yerine daha sonraki bir tarihte yapılması ya da hiç yapılmaması anlamına gelir. Karşılığın daha sonra ödenmesi durumunda bu sermaye hareketi borç olarak, karşılığın hiç ödenmemesi durumunda ise bağış olarak adlandırılır. Ancak yapılan bu ilk tanım sermaye hareketlerini tam olarak kapsamamaktadır (Bulutoğlu, 1970: 5). Bir diğer tanım ise; sermaye hareketlerinin, bir ülkenin karşılığını değişik biçimlerde, ileride ödemek üzere, başka ülkelerden kısa sürede ekonomik gücüne ekleyebileceği mali ve teknolojik kaynaklar olarak tanımlar (Uras, 1979: 31).  

Karluk’un tanımına göre ise; yabancı sermaye, bir ülkedeki mevcut sermayeye başka bir ülkenin sahip olması anlamına gelir (Karluk, 1997: 519). Diğer bir tanıma göre ise; uluslararası sermaye hareketleri ulusal sınırları aşarak ülkeye giren ya da ülkeden çıkan fonları ifade eder (Seyidoğlu, 1996: 231). Uluslararası sermaye hareketleri ülkelerin ödemeler dengesi istatistiklerine ilişkin tablolarda ödemeler bilançosunun ikinci bölümünde yer alan doğrudan yatırımlar, portföy yatırımları ile krediler ve mevduat olarak ön plana çıkan, ancak artık cari işlemler dengesinin tamamlayıcı bölümü veya dış ticaretin finansmanı gibi bir amaçtan ziyade, kendi dinamikleri çerçevesinde hareket eden iktisadi bir olgudur (Güven, 2001: 23).

Yapılan en geniş tanımıyla uluslararası sermaye hareketleri, bir ülkenin karşılığını sonradan ödemek üzere dış kaynaklardan sağlayacağı ve ekonomik gücü ile ulusal varlıklarına ekleyebileceği mali, teknolojik, bilgisel ve hizmetsel kaynaklara denilmektir. Yabancı sermaye kaynağı kullanan ya da adlandıran ülkenin sermayesi değildir. Bu kaynak merkez olarak çıkılan ülkenin ya da yerin dışındaki dünya ülkelerinin herhangi birinden gelmiş olabilir. Yani söz konusu bu sermaye o ülkenin ya da merkezin ulusal varlığı değildir. Başka bir bölgeden, başka bir ülkeden, başka bireyler, kurumlar, devletler ya da yatırımcılar tarafından o yere getirilmiş ve o ülkenin ulusal varlıklarına ödünç olarak, geçici olarak veya sürekli olarak eklenmiş bir dış varlık durumundadır. Bu dış varlık geldiği yerde sürekli olarak da kalabilir, geçici olarak da kalabilir. Anılan varlığın kullanılması ile elde edilen karlar dışarıya transfer edilebilir veya var olan sermayeye eklenerek o ülkedeki yatırımlar arttırılabilir (Erol, 2000: 72). 

Yapılan tüm bu tanımların ortak noktaları olmakla birlikte, tanımların bazılarında daha çok doğrudan yatırımlara, bazılarında ise dolaylı yatırımlara değinilmiştir. Özet olarak bir ülkeden diğer ülkeye çeşitli nedenlerle ve çeşitli şekillerde hareket eden fon, şeklinde açıklanabilecek olan uluslararası sermaye hareketlerinin günümüzde çok tartışılıyor olmasının temelinde yatan sorun, bu sermaye hareketlerinin geliş biçimidir. Ekonomik kalkınmasını tamamlayabilmek için yeteri kadar yurtiçi tasarrufa sahip olmayan gelişmekte olan ülkelerin, ekonomik kalkınmalarını tamamlayabilmek için yabancı kaynaklara başvurmaları zorunlu bir haldir. Burada asıl önemli olan yabancı sermayenin ülkeye ne şekilde geldiği ve ne amaçla kullanıldığıdır. Yabancı sermayenin yapısından kaynaklanan farklılıklar, örneğin, kısa vadeli gelen borç sermayesinin hassas ve oynak yapısı, ya da spekülatif olması, ayrıca devletin aldığı kısa veya uzun vadeli yabancı kaynağı verimsiz kullanması, üretimi arttıracak yatırımlardan ziyade tüketim için kullanılması gibi olasılıklar bu tartışmaları körükleyen asıl nedenlerdir (Çetenak; 2006: 7). 

Uluslararası Sermaye Hareketlerinin Gelişimi 

Yatırım amacıyla bir ülkeden bir başka ülkeye giden sermayenin tarihi 16.yüzyıl’a kadar uzanmaktadır. Bu asırda İngiltere’de kurulan Fuggers of Augsburg yatırım evi, Kuzey ve Orta Almanya’nın bakır madenleri ile Macaristan’daki gümüş madenlerini işletmekteydi. 18. yüzyıl’a doğru ise Antwerp ve Amsterdam şehirleri dünyanın en büyük iki sermaye merkezi haline geldi. Böylelikle Hollanda bu yüzyılda yabancı yatırımların en fazlasına sahip ülke konumuna geldi. Fakat meydana gelen Napolyon savaşları sonucunda bu alandaki liderlikte İngiltere’nin eline geçmiş oldu. Bu dönemde İngiltere’den dışarı giden sermaye miktarı bir ara milli gelirin %7 sine kadar yükselmiştir (Salihoğlu, 1998: 20). 

19. yüzyılın ilk yarılarına gelindiğinde ise İngiltere’nin ihtiyaç duyduğu hammadde, maden ve petrolün elde edilebilmesi için sömürgelerine yaptığı yatırımları, bu yüzyılın ikinci yarısında, hızla sanayileşen Fransa ve Almanya gibi diğer batı ülkeleri izlemiştir. Böylelikle sanayi üretimine geçen Avrupa devletlerinin ihtiyaçları olan hammaddeleri sağlayabilecek, ucuz iş gücü ve doğal kaynaklara sahip, dönemin sömürge devletleri ve az gelişmiş bağımsız ülkeleri cazip yatırım alanları haline gelmiştir (Akdiş, 1998: 63). 

Bu süreç, ABD’nin de yabancı sermaye yatırımı yapan ülkeler arasına katılmasıyla, 1929-30 Dünya ekonomik buhranına kadar sürmüş ve sonrasında, yabancı sermaye yatırımı yapan ülkelerin, bu yatırımlarını tasfiye etmeye yönelmesiyle yavaşlamaya başlamıştır (Uras, 1979: 31). 

1950’li yıllara kadar meydana gelen sermaye hareketleri, genellikle portföy yatırımları şeklinde gerçekleşmiştir. Ancak bu durum İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tersine dönerek sermaye hareketlerinin daha çok doğrudan yabancı yatırımlar şeklinde yapılması sonucunu ortaya çıkarmıştır. Az gelişmiş ülkelerin daha çok yabancı yatırım çekme çabaları ile çok uluslu şirketlerin bu süreçteki rolü büyük olmuştur. Az gelişmiş ülkeler sanayileşmiş ülkelere hammadde ihraç edip, çeşitli sanayi ürünleri ve sermaye malları ithal etme şeklinde ki bu durumdan kurtulabilmek için, beraberinde teşebbüs becerisi, teknoloji, yönetim bilgisi ve pazarlama stratejileri gibi üretim faktörlerini getiren yabancı sermaye hareketlerine sıcak bakmaya başlamışlar ve ülkelerine daha çok yabancı sermaye yatırımları çekebilmek için vergi muafiyetleri ve sübvansiyonlar gibi teşvik politikalarıyla yabancı sermaye için uygun bir ortam sağlamaya çalışmışlardır (Çetenak, 2006: 5). 

Đkinci Dünya Savaş’ı sonrası toplanan Bretton Woods konferansı ile yön verilen sistemdeki sermaye hareketleri büyük ölçüde resmi borçlanma niteliğinde ve genellikle plan, proje ya da ulusal ekonomilerin temel dengesizliklerinden kaynaklanan finansman gereğini karşılama görevini üstlenen hareketlerdir. Dolayısıyla, bu dönemde gelişmekte olan ülkelerin mali piyasalara girişi sınırlı kalırken, bu ülkelere olan sermaye hareketleri de sınırlı kalmıştır (Berksoy ve Saltoğlu, 1998: 58). 

Sermaye hareketlerinde dönemler itibariyle gerilemelerin ve yükselişlerin olduğu döngüsel bir süreç yaşanmıştır. 1970’lerden itibaren gelişmekte olan ülkelere yönelen sermaye hareketleri 1980’lere gelindiğinde tersine dönmeye başlamıştır. 1990’larda ise daha büyük ölçüde bir canlanma ve ters dönüş yaşanmıştır. 

Đkinci dünya savaşından 1970’li yıllara kadarki dönem içerisinde kullanılan yeni teknolojiler ile üretimde verimliliğin artması, hammadde fiyatlarının ucuzlaması, uluslararası mali kuruluşlarca yapılan yardımlar ve Bretton Woods konferansında alınan kararlar çerçevesinde gelişmiş ülkelerde yapılan uluslararası kurumsal düzenlemelerin sonucunda söz konusu ülkelerdeki refah düzeyi artmıştır ve bu ülkeler 1970’lerin başına kadar ekonomik bir genişleme süreci yaşamışlardır (Balkan, 1994). Ancak 1970’lere gelindiğinde, kullanılan üretim teknolojilerinin emeğin verimliliğini arttırmadaki başarısı düşmüş, hammadde fiyatları artmaya başlamış ve buna bağlı olarak da kar oranları düşmüştür. Kar oranlarında yaşanan bu düşüş yatırımların da azalmasına böylelikle büyüme oranlarının düşmesine neden olmuştur (Kaya, 1998: 25). 

Bretton Woods konferansı ile yeniden yapılandırılan dünya ekonomisinin bu yeni yapısı ve buna uygun olarak tasarlanan sermaye hareketleri 1970’li yıllarda yaşanan ekonomik krizin altından kalkamayarak çökmüştür. Bretton Woods sisteminin çökmesi hem dünya ekonomisinde hem de uluslararası sermaye hareketlerinde büyük değişimlere neden olmuştur (Berksoy ve Saltoğlu, 1998: 58). 

İkinci Dünya Savaşından sonra yaklaşık çeyrek yüzyıl süren hızlı büyüme ve refah dönemi, 1971'de dolar-altın bağlantısının kopması ile birlikte Bretton Woods Sistemi’nin çöküşü ve kapitalist sistemlerin krize girmesiyle sonuçlanmıştır. 1970'li yıllarda Bretton Woods Sistemi'nin yıkılmasından sonra faiz-kur arbitrajına dayanarak en yüksek reel getiriyi elde etmek amacıyla bir ülkeden diğerine kolaylıkla kayabilen türdeki sermaye hareketleri artmış ve zamanla, sadece gelişmekte olan ülkeleri değil, sanayileşmiş ülkeleri de tehdit eder hale gelmiştir (Đnsel ve Sungur, 2003: 4). 

Yaşanan küreselleşme olgusunun en belirgin özelliklerinden biriside; Dünya ekonomisinin en önemli olgularından birisi olan faiz-kur arbitrajından yararlanarak kar elde etmek maksadıyla bir ülkeden bir diğerine kolaylıkla ve ani bir şekilde hareket eden sermaye akımlarının 1970’li yılların başında Bretton Woods sisteminin çökmesiyle ortaya çıkması olmuştur. Gelişmiş ülkelerdeki yatırımcılar 1970’li yılların ikinci yarısında yaşanmaya başlayan krizin etkisiyle reel yatırımlardan uzaklaşarak, finansal yatırımlara yönelmişlerdir (inandım, 2005: 9). 

Gelişmekte olan ülkelerin 1980’lerin ilk yıllarından itibaren dış borç ödemelerinde sorunlar yaşamaya başlamış olmaları bu ülkelerin kamu açıklarını derinleştirmiş ve makro ekonomik yapılarının bozulmasına neden olmuştur. Gelişmekte olan ülkelerde yaşanan bu kriz tüm dünyada ekonomik bir yavaşlamaya neden olmuş, uluslararası faizlerde hızla artmıştır (Kaya, 1998). Bu dönemde gelişmekte olan ülkeler dış şokların etkisini azaltabilmek için doğrudan yurtdışı borçlanmaya gitmek yerine, ihtiyaç duyulan fonların doğrudan yabancı yatırımlar ve portföy yatırımları şeklinde ülkeye gelmesini sağlamak amacıyla teşvik edici politikalar uygulamaya başlamışlardır (Calvo, Leiderman ve Reinhart, 1993). 

Meydana gelen bu krizler, ülkelerin uyguladıkları iktisat politikalarında köklü değişimlere gitmeleri sonucunu doğurmuştur. Birçok ülke, ülkelerine daha çok sermaye gelmesi önünde bir engel olarak gördükleri devletçi politikalardan vazgeçerek iktisadi alanda liberal politikalar uygulamaya başlamışlardır. Bu uygulamalarla gelişmiş ülkeler devletin ekonomideki rolünü azaltmışlardır. Aynı zamanda bu politikalar, az gelişmiş ülkelerin de krizden kurtulmada uygulayabilecekleri politikalar olarak görülmüşlerdir. Yaşanan krizler sonrasında gelişmekte olan ülkeler dış borç bulabilmek için IMF ve Dünya Bankası gibi küresel kuruluşların dayattığı yapısal uyum politikalarını bir bir uygulamaya başlamışlardır. Bu uygulamaların doğal bir sonucu olarak makro ekonomik yapılarını, açık ekonominin gereklerine göre yeniden yapılandırmak durumunda kalmışlardır. Bunun içinde, bazı ülkeler tüm kambiyo kontrollerini kısa sürede tam olarak kaldırmış, bazıları ise kambiyo üzerindeki kontrollerini kademeli bir şekilde ve zamana yayarak kaldırmışlardır. Dış ticaretin önündeki engellerin kaldırılmasıyla artan ticaret hacmi az gelişmiş ülkelerin gelişmiş ülke fonlarına daha fazla ihtiyaç duymaları sonucunu ortaya çıkarmıştır. Gelişmekte olan ülkeler artan kaynak ihtiyacını karşılamak adına daha fazla yabancı sermayeyi ülkelerine çekebilmek için ulusal kambiyo rejimlerini ve sermaye hesaplarını serbestleştirmiş, mali piyasalarını kurarak geliştirmişlerdir. Đzlenen politikalar sermaye hareketlerini kolaylaştırmış bu da sermaye akımlarının hem hacmini hem de hızını arttırmıştır (Đnandım, 2005: 10). 

Gelişmekte olan ülkelerin kalkınmalarını finanse etmek amacıyla kullanmayı düşündükleri yabancı sermaye, her ülkede ve her dönemde sürdürülebilir bir süreç olmamıştır. Yatırımların finansmanında kullanılması arzu edilen yabancı sermaye daha çok ülkelerin mevcut durumundan yararlanarak kısa vadeli spekülatif kazançlar elde etmiş ve kazançlarıyla birlikte söz konusu ülkeleri terk etmişlerdir (Berksoy ve Saltoğlu, 1998: 58). 

1990’lara gelindiğinde ise sermaye hareketlerinde büyük artışlar yaşanmıştır. Bu artışın temel nedeni uluslararası portföy çeşitlendirilmesine imkân veren iki önemli gelişmedir. Bunlardan birincisi, gelişmekte olan ülkelerin daha fazla yabancı yatırım çekebilmek ve uluslararası finansal bütünleşmeye katılımlarını artırabilmek için finansal piyasalarını, kambiyo rejimlerini ve sermaye hareketlerini serbestleştirmek olmuştur. Bununla birlikte gelişmekte olan bu ülkeler, yatırım olanaklarını artırabilmek için devletin ekonomik alandaki etkilerini azaltmak adına kamu kuruluşlarını özelleştirmişler, daha derin ve likit piyasaların oluşumunu da desteklemişlerdir (Moreno, 2000: 22). 

ikinci önemli değişim ise, dünyanın bilgi ve iletişim teknolojilerinde yaşamış olduğu büyük gelişmedir. Yaşanan bu gelişme dünya genelindeki yatırımların değerlendirilmesini ve izlenmesini daha kolay bir hale getirmiştir. Meydana gelen bu kolaylık gelişmiş ülkelerdeki fonların dünyanın her tarafında hareketine imkân sağlamıştır. Teknolojik alanda özelliklede iletişimde yaşanan gelişmeler, yatırımlarla ilgili bilgi sağlamada kolaylıklar getirerek ve risk yönetiminde daha etkin finansal araçların oluşumunu destekleyerek yabancı yatırımlar için sınır ötesi yatırımları kolaylaştırmıştır (Moreno, 2000: 22).

Sermaye hareketlerinde yaşanan bu gelişmelere, 1990 sonrasında az gelişmiş ülkelerin ekonomik yapılarında yaşanan yapısal değişikliklerin yanı sıra bazı küresel faktörlerinde neden olduğu bir gerçektir. Örneğin; Latin Amerika ülkelerinin tümünde 1990’ların ikinci yarısından itibaren yaşanmaya başlayan yabancı sermaye girişi ve bu yıllardaki dalgalanmanın temel nedeni doğru makro ekonomik politikaların uygulanması ve daha güçlü ekonomik performans gibi içsel oluşumlara atfedilirken daha sonraları uluslararası sermaye hareketlerinin oluşumunun çok daha büyük ölçekli olduğunun ve farklı özelliklere sahip olan ülkeleri de etkilediğinin farkına varılmıştır. Yapılan çalışmalarda sermaye hareketlerinin sadece doğru makro iktisadi politikaları uygulayan ülkelere değil, makro iktisadi yapıları ve politikaları birbirinden oldukça farklı olan birçok ülke ekonomisine aynı oranda ilgi gösterdiklerini ortaya koyulmuştur (Đnandım, 2005: 11).

1990’lı yılların ilk yarısında Meksika, Arjantin ve Şili gibi yapısal uyum politikalarında başarılı olan ülkelerin yanı sıra Brezilya gibi ekonomik göstergelerin kötüleştiği, kamu açıklarının hızla arttığı ülkelere de yoğun sermaye girişleri olmuştur. Bu durum önemli küresel faktörlerin etkilerini ortaya koymaktadır. Bu küresel faktörlerin en başında şüphesiz Amerika Birleşik Devletleri’nin özellikle 1990’lı yılların başında sürekli olarak düşen ve 1960’lardan sonraki en düşük seviyesine ulaşan kısa dönem faiz oranları gelmektedir (Calvo vd., 1993). Böylelikle aynı dönemde göreceli olarak daha yüksek faizli yatırım olanakları sunan Latin Amerika ve Güney Doğu Asya’nın gelişmekte olan ekonomilerine önemli oranda bir sermaye girişi başlamıştır (inandım, 2005: 11). 

Hacim olarak 1990’ların sermaye hareketleri 1970’lerdeki sermaye hareketlerine ulaşmakla birlikte, bu iki dönemdeki sermaye hareketleri birçok açıdan farklılık göstermektedir. Küreselleşmenin finansal piyasalara etkilerinin en belirgin olarak gözlemlendiği 1990’lı yıllarda uluslararası sermaye hareketleri nitelik, kaynak ve kanalları bakımından değişim göstermiştir. Bu dönemdeki uluslararası sermaye hareketlerinin en belirgin özelliği arbitraj kazancı kovalayan spekülatif nitelikli para hareketleri olmalarıdır. Bu değişime paralel olarak bu dönemin uluslararası sermaye hareketleri kısa vadeli ve daha hareketlidir (Berksoy ve Saltoğlu, 1998: 59). 

1990’larda finansal piyasalarda yaşanan bütünleşme ve uygulanan serbestleşme politikaları uluslararası sermaye hareketlerinin kaynağını değiştirerek resmi kanallardan özel kanallara kaymasına neden olmuştur. Finansal piyasaların bütünleşmesiyle ülkeler sermaye ihtiyaçlarını karşılamak için doğrudan resmi kanallara borçlanmak yerine uluslararası piyasalardan borçlanmayı tercih etmişlerdir. Böylelikle, ulusal ekonomilerin makro ekonomik yapılarındaki dengesizlikler sermaye hareketlerinin seyrini etkilememiş ve gelişmekte olan ülkelerin Bretton Woods sistemindekinin tersine uluslararası finans piyasalarına katılım imkânları artmıştır (Berksoy ve Saltoğlu, 1998: 58). Uluslararası sermaye hareketlerindeki bu niteliksel değişimler bu hareketlerin bileşimini de etkilemiş, gelişmekte olan ülkelere yönelik sermaye akımları içindeki kısa vadeli sermaye ve portföy yatırımlarının oranı hızla büyümüştür. 

1990’ların sermaye hareketleri nedenleri açısından da ele alındığında 1970’li yılların sermaye hareketlerinden farklılıklar gösterir. 1990’lı yıllardaki sermaye hareketleri incelendiğinde bu hareketlerin temel nedeninin, ulusal piyasalarda var olan döviz kuru ve faiz oranları arasındaki dengesizlikten kaynaklanan arbitraj unsuru olduğu görülür (Yeldan, 2002: 8).

Dolayısıyla bu yıllardaki sermaye hareketleri daha çok kısa vadeli spekülatif amaçlı hareketlerdir. 1970’li yıllarda ise gelişmiş ülkelerde düşen faiz oranlarına karşılık gelişmekte olan ülkelerdeki faiz oranlarının artması, yaşanan petrol krizinden sonra birikimli olarak artan ‘petrol-dolar’ fonlarının uluslararası finans piyasalarına yeniden sokulması zorunluluğu gibi birçok etken sermaye hareketleri üzerinde etkili olmuştur. Finansal piyasalardaki küreselleşme olgusu sonucunda arbitraj kazancı kovalayan bu sermaye büyüklüğü, 1990’larda artan ölçüde gelişmekte olan ülkelerde oluşan yeni finans piyasalarına yönelirken, yapı olarak da daha seçici, daha kısa vadeli, daha hareketli, daha tedirgin ve daha spekülatif bir niteliğe kavuşmuştur. Söz konusu spekülatif sermaye, sermaye girişinin olduğu ülkelerde hem ulusal paraların aşırı değerlenmesine hem de döviz rezervlerinde aşırı birikime yol açmıştır (Yeldan, 2002: 8). 

1990’larda Latin Amerika ülkelerinde faiz oranlarının Amerika Birleşik Devletlerindeki faiz oranlarından daha yüksek olması ve ulusal paralarının reel olarak değer kazanması, bu ülkelere spekülatif amaçlı kısa vadeli yatırımların girmesine neden olmuştur. Latin Amerika ülkelerine yönelen bu kısa vadeli sermaye bu ülkelerde hızla büyüyen cari açığı kapattığı gibi döviz rezervlerinde de aşırı bir artışa neden olmuştur (Calvo vd.; 1993). Spekülatif amaçlı bu kısa vadeli sermaye türü sermaye hareketlerindeki serbestleşme ile sağlanan bürokratik kolaylıklar vasıtasıyla bir ülkeye çok kısa bir sürede girebildiği gibi yine aynı hızla çıkma imkânına sahiptir ve dolayısıyla da riski çok yüksek olarak algılanmaktadır (Đnandım, 2005: 14).

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005