Türkiye Ekonomisi

Dünya Ekonomisi

Osmanlı Ekonomisi

Finansal Ekonomi

İşletme Ekonomisi

Hizmet Ekonomisi

Kalkınma Ekonomisi

Tarım Ekonomisi

Borsa ve Yatırım

Ekonomi Sözlüğü

Ekonomi Ders Notları

Ekonomi Düşünürleri

Genel Ekonomi Soruları

Özel İstatistik Arşivi

Özel İktisat Konuları

Açık Öğretim İktisat

Ekonomi Kurumları

Kamu Yönetimi

Kamu (Devlet) Maliyesi

Sigortacılık Konuları

Türkiye İktisat Tarihi

Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

Forex Piyasaları

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

ÇAĞDAŞ EKONOMİK DÜŞÜNCENİN ÖNCÜLERİ VE J.M. KEYNES 

Klasik ekonomistlerin görüş ve kuramlarının çeşitli açılardan sosyalist düşünürler tarafından eleştirilmesi, bir süre sonra bunları yanıtlayacak yeni grupların ve düşünce akımlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu çalışmaların sonucunda ekonomi bilimi oluşmuştur. Biz burada bu düşüncelerin çağdaş ekonomi bilimine yaptığı katkıları kısaca gözden geçireceğiz. 

A - MARJİNALİSTLER (NEO - KLASİKLER) 

Klasik düşüncenin en hareketli, belki Klasiklerden de ileri ölçülerde savunucuları olan, Marjinalist Düşünce adı verilen bu yeni akım, Klasik düşüncenin ekonomi biliminde öne aldığı üretim, arz ve maliyet konularını geriye iterek, önemli olanın tüketim, talep ve fayda olduğu tezini geliştirmiştir. Böylece yepyeni bir "değer" kuramı ortaya atan Marjinalistler, bir malın değerinin onun üretimi için harcanan emekle ilişkili bulunmadığını, bir malı değerli yapan şeyin onun tüketici tarafından aranması, yani "faydalı" olması olgusunu söylemekle hem Klasikleri, hem sosyalist düşünceyi temelinden sarsmaya yönelmiş oluyorlardı.

Marjinalistlere göre, bir gereksinmenin şiddeti (derecesi) doyum derecesiyle ters ilişki kurar. Başka bir deyişle, gereksinmeler tatmin edildikçe, ona karşı duyulan doyum istemi ve dolayısıyla o malın faydası azalır. Bu fayda, Klasikler tarafından farkedilmeyen bir malın son biriminin faydasıdır ki buna "Marjinal fayda" diyoruz. Marjinal fayda, son birimin bir önceki birime göre faydasıdır. Böylece, marjinal verimliliğe (prodüktiviteye) dayanarak gelir bölüşümü ele alınmıştır. Aslında tüm çağdaş ekonomiye egemen olan ilkelerden biri de budur. Ekonomi "bilimi, marjinal fayda kavramı, öğreti tartışmalarından uzak kalmayı da sağlamıştır. 

"Marjinal fayda" kavramını geliştirerek yeni değer kavramının doğmasına katkıda bulunanlar aynı yıllarda benzer görüşleri ortaya atmışlardı. Bunlar, Avusturyalı Cari Menger (1840-1912), İngiliz W. Stanley Jevons (1835-1882) ve Fransız Leon Walras (1834-1910) idiler.

Avusturyalı Cari Menger, değeri, marjinal fayda ile açıklarken tüketim mallarının değeri ile üretim mallarının (sermaye malları) değerini birlikte karşılaştırır. 

Tüketim mallarının miktarı çoğaldıkça gereksinmenin şiddet derecesi de azalır, çünkü artan mallar marjinal faydayı düşürmektedir. Bu bakımdan, hiç birim tüketim malının değeri, son birimin (ünitenin) faydası ile ölçülecektir. 

Üretim mallarına gelince, onların doğrudan doğruya faydası yoktur. Üretim mallarının talep edilmesi, başka malların üretimine yaramalarındandır. Bu nedenle, üretim mallarının değeri marjinal verimliliklerine (prodüktivite) bağlıdır. 

Leon Walras ekonomik olayların birbirine bağlılığına dikkati çekerek neden - sonuç kavramı yerine fonksiyon yani karşılıklı bağlılık kavramını ikame etmiştir. Fayda (d) mal miktarının fonksiyonudur: d = f (Q) Mal miktarı artarsa fayda azalır. Mal miktarı azalırsa fayda yükselir. Bir malın fiyatı piyasadaki mal miktarına bağlıdır. Fakat piyasada bulunan bu mal miktarı da fiyatlara göre değişmektedir. Fiyat ne kadar yüksek olursa, üretim de o derece artar. Bu bakımdan, fiyatla arz miktarı arasında bir neden-sonuç ilişkisi değil, karşılıklı birbirine bağlılık ilişkisi vardır. Fiyat P, arz miktarı Q ile gösterilirse; P = f (Q) ve Q = f (P) eşitlikleri kurulabilir.

Buna karşılık, bir malın fiyatı belli bir dönemde yalnız onun miktarına değil de, stoklara veya bu mala yakın diğer bir malın miktarına bağlı ise, fonksiyon şöyle yazılabilir: P = f (Qı, Q2 Qn)L. Walras, değeri iki öğeye bağlar: Kıtlık ve marjinal fayda. Kıt ve faydalı mallar mülkiyete konu olmaktadır. Su, çok yararlı olduğu, fakat bol miktarda bulunduğu için mülkiyete konu değildir. L. Walras'm izinden giden ve onun gibi ekonomik modellerinde matematikten yararlanan ve "genel denge analizlerini" geliştirmeye çalışanlar ise "Lozan Okulu"nu kurmuşlardır. 

Klasik Okul nasıl John S. Mili sayesinde en yüksek düzeyine ulaşmışsa, Neo-Klasik Okul da Alfred Marshall ile gelişmiştir. En önemli eseri, İktisadın İlkeleridir. Marshall ekonomik olayların açıklanmasında geometriyi kullanmıştır. Marjinal fayda eğrileri, marjinal gelirler gibi çeşitli çözümleme araçları kullanmıştır. Özet olarak, A. Marshall, marjinal fayda ve marjinal ürün kuramlarını arz ve talep çözümlemesi halinde birleştiren, esneklik (elastikiyet) kavramını geliştiren, Klasik Miktar Kuramına para talebi kavramını sokup, Cambridge formülünü öneren, dış ticarette reel (gerçek) maliyet (karşılıklı talep) çözümlemesini getiren ekonomisttir. 

İsveç Okulunun tanınmış ekonomisti Knut Wicksell (1851-1926) daha çok Para Kuramı, faiz ve parasal etkenlerin ekonomilerde yaratabileceği bunalımlar ve konjonktürel dalgalanmalar gibi konularda yeni fikirler getirmiştir. K Wicksell, "Paranın Gelir Kuramı" adı verilen yeni görüşü ortaya atarak çağdaş makro-ekonominin kurucusu J. M. Keynes'i bir ölçüde etkilemiştir. 

Neo-Klasik Okul hakkında burada fazla ayrıntıya girmek gereksizdir. Çünkü Fiyat Kuramı altında inceleyeceğimiz tüm konular, Miktar Kuramı, uluslararası ekonomik ilişkilerle ilgili bazı kavramlar ve kuramlar, neo-klasik büyüme ve dağılım modelleri ile çeşitli konjonktür kuramları, genel denge ve refah çözümlemesi neo-klasik ekonomistlerin fikirlerinin ayrıntılarıdır. 

B - KEYNES VE EKONOMİK DÜŞÜNCEYE ETKİLERİ 

Birinci Dünya Savaşının başlarına kadar klasik sistemin otomatik dengelerinden şüphe edilmemişti. Çünkü meydana gelen kısa dönemli bunalımlar ya Say'ın geçici arz-talep uyumsuzlukları ile ya da konjonktür dalgalanmalarıyla açıklanıyordu. Ancak, ilk kez otomatik dış dengenin sağlanmasındaki eksiklik ve çabukluk, Miktar Kuramıyla açıklanan fiyat hareketlerinin denge sağlayıcı fonksiyonu hakkında kararsızlıklar vardı. Ohlin, dış dengenin sağlanmasında fiyat hareketleri yanında tam istihdamda karşılıklı alım gücü değişmelerinin önemine de işaret ederek bu duraksamaları bir süre için giderdi. Fakat Birinci Dünya Savaşını izleyen dönemde, özellikle 1929'da başlayan büyük dünya bunalımının etkisiyle gelişmiş Batı ülkelerinde sürekli ve yaygın bir nitelik alan işsizlik ile otomatik tam istihdam görüşünü bağdaştırmanın artık olanağı kalmamıştı. Bu ara Keynes (1883-1946), işsizliğin nedenini, 1936 yılında yayımlanan "İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Kuramı" adlı kitabında talep yetersizliği ile açıklayarak Klasik Kuramı temel noktalarında eleştirdi.

Keynes, Genel Kuramı'nın giriş kısmında, ilerde eleştiricilerin "tamamen yanlış şeyler söylediğim inancı ile yeni hiç bir şey söylemediğim    inancı    arasında    bocalayacaklarını    zannediyorum" demekteydi. Kitabın büyük etkisi göz önüne alınırsa, bu tahmin yanlış çıkmıştır denilebilir, fakat geleneksel kuram ile Keynesgil düşünce arasında devamlılığı sürdüren kuvvetli bağların bulunduğu da bir gerçektir, Birkaç örnek verelim. Keynes, geleneksel tam rekabet ekonomisi varsayımını kabul etmiştir. Monopollü rekabet ve oligopol kuramları tartışması, Genel Kuram'da hiç bir yankı uyandırmamıştır. Keynes, standart kuramın davranışsal varsayımlarından birçoğunu da kabul etmiştir. Örneğin, Keynes'in kuramsal şemasında üreticiler, Walras ve Ricardo'nunkinde olduğu gibi yalnızca kârlarını en üst düzeye çıkarmaya çalışırlar. Kitapta marjinal çözümlemeden büyük ölçüde yararlanılmıştır. Ayrıca, Keynes Kuramı, 19. yüzyıl sonu çözümlemesine benzer şekilde statiktir. Keynes'in sisteminde ne ekonomik büyüme, ne de herhangi bir değişme süreci çözümlemesi yoktur. Temel koşullar (teknoloji, nüfus, sermaye stoku) bir veri olarak alınmıştır. 

Ayrıca, ekonomik yaşamın kurumsal olgusu hakkındaki geleneksel görüşü de benimsemişti. Bir başka deyişle, Keynes, Devletin mahiyeti de dahil olmak üzere, bu olguyu, varolan ekonomik koşullardan bağımsız bir veri olarak kabul etmiştir. Keynes, artık herkesin bildiği gibi, kendinden önceki ekonomistlere oranla, Devlete farklı ve daha büyük bir rol vermiştir. Fakat ekonomik etkenlerin Devletin yapısında nasıl bir değişiklik doğuracağı konusunda hiç bir açıklama yapmış değildir. Kendinden önceki geleneksel ekonomistlerden çoğu gibi, zamanın ve ülkesinin temel kurumlarını, açıklama gereksinimi duymaksızın, bir veri olarak almıştır. 

Artık, Keynes'in geleneksel ekonomiden ayrıldığı noktalara geçebiliriz. Genel Kuram'dan sonra ekonomistleri "yeni ekonomi" den söz etmeye yönelten nedenler nelerdir? Önce, Keynes'in belirgin ayrılış noktalarını ana çizgileri ile ele alacağız, daha sonra çözümlemesini kısaca özetleyeceğiz. Aşağıda belirtilen beş nokta aslında birbirinden bağımsız değildir, fakat bunların üzerinde ayrı ayrı durmak yerinde olur. 

1 - Keynes'gil ekonomi, esas itibariyle, belli firmalar, endüstriler, tüketim birimleri ve bunlar arasındaki karşılıklı bağıntılar türünden mikro sorunlardan çok, (ulusal gelir, toplam istihdam hacmi, fiyatlar genel düzeyi gibi) makro değişkenler üzerinde durmuştur. Burada belirtilmesi gereken şey mikro ekonomi ile makro ekonomi arasındaki ayırımdır. Makro ekonomiyi keşfeden Keynes değildir. Klasik ekonominin büyük kısmı, niteliği makro ekonomidir. Fakat Keynes bu yaklaşımın gelişmesine büyük bir hız vermiştir. Geleneksel genel denge kuramı, yapısı itibariyle mikro temellere dayanıyordu. Keynes dikkatini, toplumsal "toplam" miktarlara ve bunlar yardımıyla varılabilecek genellemelere çevirmiştir. 

2- Keynes, "toplam talep" kavramına büyük bir ağırlık vermiştir. Toplam talep, özel kişilerin toplam tüketim malları talebi, firmaların toplam yatırım malları talebi olmak üzere başlıca üç kısımdan oluşur. Keynes ekonomisinin çözmeye çalıştığı önemli bir sorun, toplam taleple toplam arzın istenir bir denge kurup kuramayacağıdır. Bir başka deyişle Keynes, (Say yasasına karşıt) şu soruyu sordu: Ekonomide üretilen mal ve hizmetlere olan toplam talep, ekonominin tam istihdam düzeyinde üretimde bulunduğu zaman arz edebileceği bütün mal ve hizmetleri satın almak için yeterli midir? 

3  - Keynes ekonomisinde tam istihdam (ve bu istihdam düzeyine karşı gelen toplam üretim) özel bir durum olarak ele alınmıştır. Tam istihdam ancak, toplam taleple toplam arzın tam istihdam düzeyinde eşit olması durumunda gerçekleşir. Fakat durum bu olmayabilir de. Ekonomi, enflasyonist koşullarda veya Keynes'in asıl önemle üzerinde durduğu eksik istihdam koşullarında da dengede bulunabilir. Bunun içindir ki, Keynes ekonomisi çok kez "eksik istihdam dengesi" ekonomisi olarak tanımlanmıştır. Bu, çok yerinde bir tanım değildir, fakat Keynes'in işsizliğin ekonomide bir dengesizlik sonucu olarak değil, bir denge durumu olarak ortaya çıkabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Geleneksel kuram, işsizlik varsa, reel ücretlerdeki bir düşüşün iş verenleri daha fazla işçi kullanmaya sevk edeceğini ve sorunun çözüleceğini öne sürmüştür. Keynes, buna karşılık, ücretlerdeki böyle bir düşüşün istihdam artışı sağlamasının, ancak, toplam ürüne olan talebin sabit kalması durumunda mümkün olabileceği, halbuki bütün ücretlerin düşmesinin işçilerin gelirlerini azaltacağı ve bunun da toplam ürüne olan talebi azaltacağı cevabını vermiştir. Demek ki ücret düşüşleri, istihdam sorununun çözümünde hiç etkisiz olmasa da, pek az fayda sağlayabilirdi. Gerçekten de Keynes, piyasa kuvvetlerinin eksik istihdam durumunu düzeltmesinin olanaksız olduğunu öne sürmüştür. 

4 - Keynes ekonomisi, parasal ve reel olayları açıklayan kuramları birleştirmek için büyük bir çaba harcamış, özellikle, paranın, toplam üretim ve istihdam gibi reel değişkenlerin düzeyini belirlemekteki rolünü göstermiştir. Para, klasik ekonomistlerin ileri sürdüğü gibi, yalnızca bir örtü (perde) değil, ekonomik refahı etkileyen önemli bir değişkendir. Keynes'e göre, halkın para tutmak istemesi için çeşitli motifler vardır; para yalnızca bir "mübadele aracı" değildir ve (yine, bazı özel haller dışında) paranın miktar kuramı yanlış tır. Keynes daha gerçekçi bir para kuramı geliştirmek suretiyle, Say yasasının sonuçlarını çürütmeyi başarmıştır.

5 - Keynes, eksik istihdam ve düşük kapasite üretimi önlemenin en uygun yolunun, Devletin ekonomik yaşama daha faal şekilde müdahalesi olduğunu göstermiştir. Bu müdahale, toplam talebi ya (maliye politikası gibi) doğrudan doğruya, ya da (para politikası gibi) vasıtalı şekilde etkileyen önlemlerle gerçekleştirilecekti. 

Bu genel yaklaşımın altında, modern ekonominin işleyişi ile ilgili çok sayıda gözlem vardı. Bu gözlemlerden hiç biri tamamen Keynes'e atfedilemez, fakat bunların ekonomik süreci açıklayan sistematik bir kuram içinde birleştirilmesi Keynes'in getirdiği büyük yenilik oldu.

Bu sistematik kurama şöyle girebiliriz: 

Keynes'e göre, fertlerin (veya toplumun) tüketim düzeyini belirleyen en önemli etmen, fertlerin (veya toplumun) gelir düzeyidir. Keynes, bu konuda bir "temel piskolojik yasa"dan yararlanmıştır. Bu yasaya göre, bir bireyin geliri yükseldikçe, birey bu gelir artışının bir kısmını tüketimini, bir kısmım tasarrufunu artırmakta kullanır. Toplum bir bütün olarak ele alınırsa, ulusal gelirdeki (toplam üretimdeki) bir artışın, halkın gerek tüketmek istediği, gerek tasarruf etmek istediği toplam miktarda bir artışa yol açması gerekir. 

Keynes'e göre, firmaların yatırım malları talebini etkileyen farklı etmenler vardır; bunlar arasında iş adamlarının genel olarak ilerdeki satış olanakları hakkındaki tahminlerini ve borçlanmanın maliyetini (faiz haddini) söyleyebiliriz. Demek ki, firmaların yatırım malları talebindeki değişmeler, iş adamlarının fabrikalarını genişletmekle, makine ve diğer teçhizat miktarını artırmakla elde edecekleri kâr hakkındaki tahminlerinin değişmesine bağlıdır.

Keynes'e göre, faiz oranının sürekli şekilde düşmesinin nedeni, bir noktadan sonra, halkın, varlıklarını para şeklinde tutmayı yeğlemesi ve bunun, faiz oranının altına düşmeyeceği bir taban oluşturmasıdır. Faiz oranı yeteri kadar düşükse, ellerinde para bulunan tasarrufçular, bu fonları daha düşük bir faiz oranından yatırımcılara borç vermeyeceklerdir; bunun yerine, servetlerini para şeklinde tutacaklardır. Bu noktaya erişilmişse, faiz oranını düşürmesi beklenen kuvvetler artık etkisini kaybeder. Bununla birlikte, ekonomide hâla çok az yatırım ve bunun sonucu olarak, genel bir işsizlik bulunabilir. 

Keynes, paranın likit olma özelliği üzerinde önemle durmuştur. Keynes'in kendi deyişiyle "likidite, genel olarak, hemen mallar satın alabilme gücü "dür. Para genel olarak mübadele aracı olarak kabul edildiğine göre, bu anlamda tamamen likittir. Bir birey, yalnız gelirinin ne kadarını tüketime, ne kadarını tasarrufa ayıracağı konusunda karar vermez, servetinin ne kadarını tamamen likit para şeklinde, ne kadarını (esham ve tahvilât gibi) daha az likit varlıklar şeklinde tutacağına da karar verir. 

Keynes'e göre, insanların likiditeyi arzulamaları için çeşitli motifler vardır. Keynes'in ileri sürdüğü motiflerden (muamele saiki ve ihtiyat saiki gibi) bazıları geleneksel kuramın paranın rolü konusundaki görüşlerine tamamen uygundur. Fakat "spekülasyon saiki" dediği bir diğer motif ilk defa kendisi tarafından öne sürülmüştür ve bu saikle likidite talebi büyük ölçüde faiz oranından etkilenmektedir. Faiz oranı düşük olduğu zaman, piyasa spekülatörlerinin likidite tercihi büyük olmaktadır. Çünkü daha az likit varlıklar tutmakla elde edecekleri mükâfat küçük olduğuna göre, bu varlıklar yerine para tutmayı yeğleyeceklerdir. Ve faiz oranları ne kadar düşükse, esham ve tahvilat fiyatlarının düşmesi olasılığı o kadar artmaktadır ve bu da faiz elde etmenin kazancını fazlasıyla aşan zararlara yol açacaktır. 

Demek ki faiz oranı ne kadar düşükse, serveti, para şeklinde tutma isteği o kadar büyük olacaktır. Eğer ekonomide sınırlı bir para arzı varsa, para tutma isteğini (para talebini) mevcut para miktarıyla dengeye getiren faiz oranı hayli yüksek olabilir, bu da yatırımların düşük olmasına ve işsizliğin büyük olmasına yol açar. Ekonomideki para arzı çok büyük bile olsa, faiz oranı sonsuz olarak düşmeyecektir. Çünkü çok düşük faiz oranlarında, halk bütün munzam servetini para şeklinde tutmak isteyebilir ve hiç kimse daha yüksek fiyatlarda (daha düşük faiz oranında) esham ve tahvilat satın almayı arzulamayabilir. Bu halde de, genel bir eksik istihdam mümkündür.

Keynes'in Genel Kuramı'nı şöyle özetleyebiliriz. Ulusal gelirin denge düzeyi ve denge faiz oranı aynı zamanda o şekilde oluşur ki (1) tüketicilerin tasarruf etmek istedikleri miktar iş adamlarının yatırmak istediği miktara eşit olur, (2) halkın servetini para şeklinde tutmak istediği miktar ekonomide varolan para miktarına eşit olur. Bu denge durumu, bir tam istihdam durumu olmayabilir. Gerçekten de, tüketicilerin tasarruf eğilimleri yüksekse, üreticilerin ilerdeki kâr hakkındaki tahminleri kötümserse (yatırıma teşvik düşükse), genel olarak büyük bir likidite tercihi varsa, denge ulusal gelirinde kitlevi bir işsizlik hüküm sürebilir.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü - Gizlilik Politikası

Sağlık Bilgileri