Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Bir Tereddüdün Küreselleşmesi 

Cengiz Aydoğdu 

"Ben dünyayı sonsuza dek bellerdim Meğer dünya bir sultanlık yoğ imiş." 

Karacaoğlan 

Nasreddin Hoca'nın kıyametini bilirsi­niz; "Karım ölünce küçük kıyamet ben ölünce büyük kıyamet kopar." dermiş. Dünyanın fani­liğini vurgulayan, "yalan dünya" esprisi üzeri­ne kumlmuş hikmetli bir nükte. İnsanların baş­larına gelen olaylardan umumi hükümler çıkarma temayülü Nasreddin Hoca'ya has olma­dığı gibi, ondan önce de ondan sonra da de­vam edegelmiştir. "Sonu olan bu alemde son­suzluğun yolcusu olan insan", böyle yapmakla hayatına bir anlam kattığına ve kendisini bü­tün varlıkla irtibatlandırdığına inanır. Esasen insan, düşününce basma gelen herşeyde bir anlam bulabilir; alemdeki kozmik yeri bunu gerekli kılar. Ezel ve ebed duygusu ihtiyacıyla teçhiz edildiğimiz için, gelecek hakkında tah­min yapmak da insan varlığının ihtiyaçları ara­sındadır. İlk çağdan beri böyledir bu. Bu yüz­den ilk çağdan beri insanın macerası hakkında pekçok şey söylenmiş. Günümüze kadar pek çok kişi düşünmüş, yorum ve kehanetlerde bulunmuş, kimisi müjdelemiş, kimisi korkut­muştur. 

Geçtiğimiz son on yılda yaşadığımız üç olay, kendilerinden sonra yapılan yorum ve değerlendirmelerde; tarihin seyrinde bir eksen kaymasının delilleri gibi gösterilmeye çalışıldı. Bunlar, demirperdenin çöküşü, Körfez'deki kriz ve Bosna olaylanydı. Her üç olay da aslın­da, "gidişaf'ın tabii neticeleriydi. Ne var ki, bu hadiseler tesirlerinin büyüklüğü ve mahiyetle­ri itibariyle tarihi kırılma noktaları olarak de­ğerlendirilmeye müsaitti. Nitekim öyle oldu. Aydınlanma'dan mevaıs kategorik batı menta-litesi, hadiselerin asıl mahiyetlerini değil, (hadiseler yeni bir çağa geçişi işaret eden kilomet­re taşlarıymış gibi) yeni devrin muhtemel ve muhayyel özelliklerini öne çıkardı.

Aslında Bosna dramı, Avrupa ile tarih arasında cereyan eden bir meseleydi. Avrupa, Bosna'da sadece kendinin değil bütün insanlı­ğın tarihiyle hesaplaşmak ve modern "kaza-nım"larını ibra etmek fırsatını yakalamıştı. An­cak değerlendiremedi. Kendi vicdanında bile temize çıkamadı. Bu yüzden Batı Intelijansiya-sı, 21. yüzyıl kehanetlerini Bosna hadisesi hiç olmamış gibi ortaya koymak ikiyüzlülüğünden kurtulamadı. Çağrışımları itibariyle Bosna bi­zim için de (Avrupa ile ilişkilerimiz konseptin-de) tarihle hesaplaşma fırsatıydı. Osmanlı'dan bu yana Avrupa'yla aramızda değişip değişme­yenleri gösterme kabiliyeti açısından dikkate şayandı. Lakin Türkiye, o dikkati gösterecek zihni bir takate (zihniyet kaynaklarının frengi illetiyle "mefluç" olmasından) hiç bir zaman ulaşamadı. 

Demirperdenin çöküşü dünyaya suni ve biraz da zoraki bir iyimser hava yaydı. Emper-yal gücü çöken Rusya bile, kendisini iyimser hissetme mecburiyetini acı bir tebessümle ka­bul etmek zorunda kaldı. Zira tarihin şahit ol­madığı türden bir hegemonya kendini odaksız ve merciisiz göstererek hükmünü yürütüyor­du. Hükmü yürüyen şey sanki bütün insanlığın ortak kanaatiydi. Tarafsız ve bağlantısız olma­nın veya öyle görünmenin avantajını kullanan kart "Janus", insanlığı kendi kanaatlerini kabu­le zorluyordu. Herkes iyimser olmak veya gö­rünmek zorundaydı çünkü, yeni kültürel hege­monyanın nazik buyruğu o noktadaydı. De­mirperdenin çöküşünün arkasından gelen Körfez şoku bu iyimserliğin temelsizliğini gös­terebilirdi. Ancak, Amerika dışında kalan dün­yanın iyimser olmamaya gücü, yetkisi ve hak­kı yoktu. Nitekim Amerika, iyimser olma hak­kını kullanarak, tıpkı bir rüya yapıcısı gibi 'Ye­ni Dünya Düzeni", "kutupsuz ve çatışmasız bir dünya", "global değerler" gibi mit'ler etrafında "küresel" beklentiler icat etti. Ve bu icatlarını adeta bir "pagemaster" marifetiyle nükleer fü­zelerinin gölgesinde dünyaya telkin etmeye başladı. Körfez'deki temaşa bu telkinin efekt­leri gibiydi. Amerika Körfez'de aslında bütün insanlığın masallarını bombaladı ve Hollywo-od'vari bir "action"la sanal hikayesini bütün dünyaya kabul ettirdi. 

Bosna'ya karşı gösterilen tepkisizlik, se­bepleri bakımından Körfez'deki trajedinin ter­sinden tekrarı olduğu için dünyayı rüyadan uyandırabilirdi. Ne var ki, dünyanın uyanmaya niyeti (ve cesareti) yoktu. Bosna, bütün bu olanları sahici bir eksene oturtabilecek bir sar­sıntıydı. Bir medeniyet birimi olarak, farklılık­ları birarada yaşatmanın en güzel timsali olan şehir, Bosna'da saldırıya uğradı. Bugün söyle­nen manada, insanlığın küresel ahenginin bir vaadden öte hayata geçiriliş tecrübesi kesilip atıldı. Ve bütün dünya olanlara kulaklarını tı­kayarak küresel değerler masalını dinlemeye razı oldu. Ne "hür dünya" ne de islam dünyası anlatılan masalın fiilen yokedildiğini itiraf ede­medi. Artık, hiç bir şey olmamış gibi Amerikan fütürologlarının garip telkinlerini dinleme imti­yazını kazanma yarışına girilebilirdi, insanlar gözlerinin önünde cereyan eden trajik çelişki­lere baka baka bilgi toplumu, global toplum, üçüncü dalga, küreselleşme, dünya vatandaşlı­ğı gibi kavramlarla "kesb-i kemal-i hüner" eylemeye başladı. 

Ad Koymak Mevcudiyete Bir Anlam ilave Etmektir 

Wallerstein'a sorarsanız, demirperdenin çökmesi ile başlayan iki kutuplu dünya düzeni ve soğuk savaşın sona ermesi süreci aslında, Amerikan yüzyılının da ölüm çanlarıdır. Ona göre iki kutuplu soğuksavaş düzenini ayakta tutan şey Rusya'nın değil Amerika'nın gücüy­dü; yıkan şey de Amerikan'ın zayıflaması ol­muştu. Zira Amerika iki kutuplu düzeni devam ettirebilecek yükümlülüklerim ve vaadlerini ye­rine getiremeyecek bir duruma düşmüştü. Bu yorumu kabul eder veya etmeyiz. Ancak sarih olarak görülen bir şey var ki, hadiselerin oda­ğında Rusya'dan çok Amerika durmaktadır.

Sebebi ne olursa olsun bu yıkılış yeni bir dönemin başlangıcı gibi takdim edilmek zorundaydı. Batı mentalitesi ve aydınlanmacı doğaısal tarih anlayışı böyle bir adlandırmayı zihinsel olarak adeta icbar ediyordu. Siyasi açı­dan da taktik gereğiydi. Zira tasnif etme ve ad koyma Batı'nın her zaman emperyal bir imtiya­zı olmuştur.

Kısa bir bocalama devresi yaşandı ve Fukuyama "Tarihin Sonu"nu ilan etti. Bu ilanı etnik menşei itibariyle Fukuyama'nın yapması gerekiyordu. Nitekim Huntington da yine et­nik menşeinin verdiği itimat duygusuyla per­vasız bir şekilde "Medeniyetler Çatışmasından bahsetti. Şayet medeniyetler çatışmasından Fu­kuyama bahsetseydi kimse dinlemezdi. "Page-master" suflörlerini iyi seçiyordu. Bu arada son yıllarda bilim ve iktisat çevrelerinde yavaş ya­vaş adı geçen bir kavram her derde deva bir tarzda arz-ı endam etti; Globalisation, Türkçe söyleyişle küreselleşme. 

Sorulması gereken ve gözlerden titizlik-le uzak tutulan som yeni olan şeyin ne oldu­ğuydu. Yeni bir döneme girdiğimiz söylenir­ken yeniliğin ne olduğunu sormamız hakkımız değil mi? Yoksa, yeni bir şey yok ve biz Batı mentalitesinin isim koyma ve tasnif etme tema­yülünün çok acemice arayışlanyla mı karşı kar-şıyayız? Hadiselere derinliğine ve tarihi seyri içinde bakarsak bütün bu isimlendirmelerin hiç birinin tarihi bir kırılma noktasına veya gi­rilen yeni bir döneme işaret etmediğini görü­rüz. Evet yeni bir döneme giriyoruz ama, bu yeni dönem her gün doğan gün ne kadar yeni ise o kadar yeni. "Gidişat" değişmiyor. Çizgi­sinde devam eden şey tabii olarak bir takım yenilikleri de beraberinde getiriyor. Sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda 20. Yüzyıl, hal ve gidişine uygun bir tarzda emaneti 21. yüzyı­la devretmeye hazırlanıyor. Beklenmeyen ve  sürpriz sayılabilecek hiç bir aykırı değişiklik ufukta gözükmüyor (Bu hükmü verişimizdeki rahatlığın sebebi içinde yaşadığımız çağın za-ten bizatihi ilginç ve aykırı bir çağ olması; öyle  bir çağ ki, hiç bir yenilik yeni değil, hiç bir beklenilmeyen sürpriz değil. Sanki anlamından arındırılmış bir çağ.).

Eskiden Kalmadı Mihr ü Muhabbet 

20. yüzyılın ikinci yarısında değişim ve yenilik kavramları eskisinden farklı değerlen­dirilmeye başlandı. Artık değişimin ölçüsü baş döndürücü bir hızdı ve değişim hızıyla ölçül­mekteydi. Gelişen teknoloji ve iletişim araçları insanların sadece dünyayı idraklerini değil on­dan faydalanma usûllerini de etkiledi, insanla­rın gündelik ilgi alanlarına artık bütün dünya giriyordu. Dünya haritası bir coğrafya değil bir fikir haline gelmişti. Aslında bu anlayış fikir olarak yeni değildi. Atilla'dan Cengiz'e, Napol-yon'dan Kanuni'ye kadar bütün büyük cihan­gir fatihler dünyayı küresel bir fikir olarak id­rak etmişlerdi (cihangir kelimesi bile "cihan"la ilgilidir). Bu manada bütün büyük tek tanrılı dinlerin de, küresel bir zaman ve mekan idra­kine sahip olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. 

Dünya coğrafyası bugün modern insa­nın kimlik mekanı olarak sunulmak isteniyor. Sınırların önemini kaybettiği ve vatan anlayışı­nın zihni bir kaymayla karşı karşıya olduğu id­dia ediliyor. Bugün için bu iddianın doğrulu­ğunu tartışabiliriz ama Hz. Peygamber için bü­tün yeryüzünün kimlik mekanı olduğunu tartı­şamayız. Dünyanın sınırlardan ve etno-kültü-rel unsurlardan ari bir şekilde bir bütün olarak kavranılması hiç de yeni değildir. Belki bu fik­rin sokaktaki insana intikali ve gündelik haya­tı etkilemesi yenidir. Belki de yakın çağlarda içine sıkıştırıldığımız milli sınırlar ve milli dev­letler kapalılığının ideal durum olarak takdimi­nin arkasından böyle bir şeyin söylenilmesi ye­nidir. İşin esası, ilk ve orta çağlara uygun bir mekan idrakine doğaı gittiğimizi söylemek da­ha doğru bir tesbit olacaktır. Zaten W. McNeill üstadın söylediği de bundan farklı bir şey de­ğil; medeni hayatın tarihsel normu çok budun-lu imparatorluklardır, milli devlet formu tarihi çizgiden bir sapmadır buyuruyor. Ona göre in­sanlık, tekrar poli-etnik imparatorluk sistemle­rine dönecektir. (Avrupa Birliği, Pasifik havzası, NAFTA gibi oluşumları bu bakış açısıyla ye­niden değerlendirebilirsiniz.) 

Gelişen iletişim araçları ve sebep oldu­ğu yeni bilgilenme tarzlarının tabi neticesi in­sanlığın yaşadığı şuur depremidir. İnsanın her şeyden çok kolay haberdar olması bizatihi ha­berin ve bilginin üretim ve idrak usûllerini de değiştirdi, insanoğlu her şeyin değişmekte ol­duğu zehabına kapıldı. Beyazıd-i Bestami'nin deyişiyle "ezeli olanı zamana bağlı olan"dan ayırma hasletini yitirdi, ihmal kabul etmeyen, bedeli çok ağır değişmeyen şeyleri ihmal etti. Bunun sebebi, gelişen teknolojiyle beraber herkesin evinde seyredip farkedebileceği bir değişimi yaşıyoruz zannetmemizdi. Evet, 20. yüzyılın farkı ve imtiyazı belki ortaçağlar gibi değişimin neticelerini görünce değil, hazırlık ve oluşum safhasında farkedilmesindeydi la­kin, değişmeyeni farkedebilecek feraseti hiçbir teknik imkan bize sunamadı, sunmuyor ve sunmayacak. Değişmeyeni ve değişmemesi gerekeni farketmek için tek kılavuzumuz gele­neksel bilgilenme yolları, geleneksel bilgi ve kültürdür. 

Soğuk savaşın bitmesi milletlerarası te­nakuzları ve asırlık meseleleri de bitirmedi. Sa­dece tartışmada bir unsur eksildi. Denklemin bir bilinmeyeni yok oldu. Elbette sadece bu bi­le bir değişimdi ve bir takım tesirleri olacaktı. Zaten bir takımdan daha fazla tesirleri oldu ve olmaya devam ediyor. Herşeyden önce eski dünyanın önemlice bir kısmı yeniden düzenle­meyi gerektirdi. Soğuk savaşın dehşet denge­siyle korkutularak sisteme dahil edilen ülkeler artık küreselleşme totalitesi ile icbar edilecek­lerdi. (Zaten "şelf determinasyon" kavramının önemini yitirdiği söylenmiyor muydu.) Herşe-ye rağmen yeni düzenleme kolay görünmü­yor. Zira, yeni dönemin ideolojik önkabulleri henüz tam zeminine oturtulamadı. 

Eski patronlardan birisi yeni dönemin de duayeni gibi görünüyor ancak askeri güç kullanmadan hiçbir problemi halledemiyor. Çünkü meşruiyet krizi içinde hegemonya çev­rimlerinin askeri sahadan başka bir alternatifi kalmıyor.  Ortaya atılan küresel kavramların dünya tarafından tercihe şayan bulunmasının önündeki en büyük engel Amerika'nın askeri gücü olarak görünüyor. CNN'in cilalayıp uydu­dan dünyaya gönderdiği insanlık idealleri ulaş­tığı ülkelerde ete kemiğe bürünemiyor; araya Pentagon giriyor ve görüntü kirleniyor. Aslın­da bu sadece Amerika'nın değil dünyanın problemi, insanlık, teknolojinin geldiği yer iti­bariyle eline geçen güç mesabesinde, o gücü meşru zemine intikal ettirecek kalite ve kabili­yette ülküler üretemedi. Ruh ve manası olma­yan bir döneme girdik. Bu döneme değişim değil krizler dönemi demek daha gerçekçi ola­cak. Bu yeni dönemde kurumlar çok fazla ön planda ve değişimi sanki onlar zorluyor. Ne var ki, tarihin hiçbir döneminde kurumlar eliy­le değişimin gerçekleştiği görülmemiş. Deği­şim, sürükleyici bir fikir ve buna uygun bir li­der kadrosu istiyor, insansız ve anlamsız hiçbir sosyal değişim hedefine ulaştığına ihtiyar tarih şahit olmadı. 

Teknolojinin ulaştığı şeddadi boyut, baş döndürücü hızıyla dünyaya perspektifini kay­bettirdi (Kültürel manada yön kaybının ne de­mek olduğunu aslında Türk Milleti çok iyi bi­lir. Şimdi bütün dünya öğreniyor). Her ne ka­dar gelişen teknoloji sayesinde zihniyet serbest pazarları kurulsa da zihniyet pazarlanamaz ve asla taklit edilemez bir şey. Kökleri çok başka yerlerde ve temellükü çok başka usullerle olur.

Coğrafi ve tarihi muhayyilenin tesirleri­ni küresel rahipler ne derse desin gözardı ede­meyiz. Teknolojinin geldiği yer ne olursa ol­sun kollektif hafıza bir yerde yoğunlaşır, iddia edildiği gibi yok olmaz. Esnek sosyal birikim­ler meydana getirir. İnsanların zihninde mes­kun tarihi ve deruni sınırlan hiç bir internet kablosu aşamaz. Kaldı ki, mekan ve cemiyet bağlarının kendilerini yenileme kabiliyetleri­nin olduğu da unutulmamalı.

Küreselleşme, Bir Ad Değil Bir Sıfat 

Küreselleşme diye yanlış adlandırılan sürecin kültürel öngörüleri de ne yazık ki, ta­mamen imkansız görünüyor. Zira yeni dönemde (her devirde olduğu gibi) gerçekler kadar mit'ler de tesirli olacaktır. Sosyal bilimlerde ön­görünün seyyaliyeti bir yana, küreselleşme sü­recinin kabulleri dahi tartışmaya açıktır. Bu gi­dişin nihai durağı ve izahı manevi olacaktır. Kültürel ve manevi olarak anlamlandırılama-yan hiçbir değişimin insanları uzun süre tatmin etmesi beklenmemeli. Zira insanın değişme­yen bir tarafı var ki, bu her çağda ilk çağdaki gibidir. Belki izah ve anlama mekanizmaları sofistikeleşmiştir. Ancak temel saik değişmemiştir. Kültürel hegemonya tarihin ilk devrin­den beri tesirleri, işleyiş düzeni ve hareket noktaları itibariyle mahiyet değiştirmemiştir. Bu manada Jül Sezar'la Clinton aynı saiklerle hareket etmektedir. Bugün küreselleşme diye yeni bir dönem olarak sunulmak istenen ol­gunun tarihi seyrine bakmak istersek, ta ilk çağdan izdüşüm bulmak mümkündür. Dünya binlerce yıldır küreselleşme sürecinde sey­rediyor diyebiliriz. Ve bu sürecin aktörleri de Hz. Adem'den bu yana bütün insanlıktır.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005