Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Küreselleşme Üzerine Yorumlar ve Farklı Yaklaşımlar 

Küreselleşme üstüne yapılan teorik ve empirik araştırmalar Guillen'a göre (2001) altı anahtar kavram veya sorun etrafında toplanabilir: Küreselleşme: 1) ger­çek olarak meydana geliyor mu?; 2) bir noktada birleşiyor mu?, 3) milli devlet otoritesini zayıflatıyor mu?, 4) refah devletinin uygulanırlığını aşındırıyor mu?, 5) küresellik modernite den farklı mı?, 6) oluşturulan bir global kültür var mı? Bunlarla ilgili tartışmalar sosyoloji literatüründe halen devam etmektedir. Önce küreselleşme kavramı kul­lanılmaya başladığı dönemlerde güçlü olmayan argüman­lara dayalı olarak birtakım varsayımlar gerçekmiş gibi öne sürüldü. Küreselleşmeyle ilgili ilk kitaplar ve makale­lerin çoğu dünyanın daha global hale geldiğini basitçe ka­bul eden bir yaklaşımla yayınlandı. Bu yayınlar iddialarını destekleyen veriler olmaksızın küreselleşmeyi hakiki ola­rak varmış gibi ele aldılar (Guillen 2001:2). Robert Reich gi­bi yazarlar henüz dünyadaki gelişmelerin ne göstereceği­ni kestiremeden milli ekonomilerin ortadan kalkacağını, milliyetçiliğin yerine yalnızca halkların kalacağını iddia ettiler, fakat iddialarının doğruluğu konusunda çok çabuk şüpheler uyanmıştır. Çünkü zannedildiği ve inanıldığı gi­bi küreselleşme adı verilen yeni süreç, çok hızlı bir biçim­de kürenin içinde tekbiçimliliği yayamadığı, milli özellik­leri silmeye gücünün yetmediği görülmüştür. 

Küreselleşmenin argümanlarının zayıflığına işaret eden önemli yayınlardan biri Hirst ve Thompson (1996: l-3,18-98) tarafından yapıldı. Hirst ve Thompson, son yirmi yılın küreselleşme trendinin abartılmış bir süreç olduğu­nu savunurlar. Küreselleşme benzeri görülmemiş bir süreç değildir, orada biraz doğru olarak kabul edilebilecek global multinasyoneller vardır ve dış yatırım ile ticaret sözde üç noktada -Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Japon­ya- yoğunlaşmıştır. Özet olarak bu süreçte ekonomi daha çok uluslar arası olmakta, fakat global olarak bütünleş­miş değildir. Ulus-ötesi şirketlerin faaliyet alanı olarak dünyanın bütününü etkileyemediği de bir gerçektir. Ulus­lar arası ticaretin globalleşen etkileri abartılmaktadır ve küreselleşmenin oldukça dereceli ve düz olmayan bir ge­lişmesi vardır.

(Guillen 2001: 2) Bir taraftan küreselleşme yer alırken, diğer yandan milli politikalar ve modeller ortadan kalkacağı yerde yeniden yükselmeye başlamıştır. Zaten küresel olarak iddia edilen firmaların da hangi ülkenin olduğu yönetim yapısına, ticaret ve yatırım mo­deline, yenilikçi faaliyetlerine bakılarak söylenebilir. Su-zanne Berger (1996) bu anlamda küreselleşmenin milli ekonomileri, dünya üzerindeki milli aktörleri, milli kültürleri yok edecek güçte olmadığına işaret eder. Küre­sel ekonomi ve siyaset dünyanın tamamını kuşatmadığı noktası en önemli şüphe unsurudur. Küreselleşmenin mutlak ve kapsayıcı bir süreç olduğunun şüphe götürdü­ğünü savunan yazarlar, eleştirisi yapılmayan bir süreç hakkındaki belirli varsayımları ve mitlerin açıklarını çı­karmakta bir katkı sağladılar. 

İkinci olarak küreselleşme ile ilgili itiraz, tekbiçimli si­yasi, politik ve hatta kültürel organizasyon modeline doğ­ru toplumların birbirine yaklaşmak (converenge) zorun­da kaldığı konusudur. Aydınlanma düşüncesinden beri dünya toplumlarının homojenleşmeye ve bütünleşmeye doğru ilerlediği varsayımını temele alan birçok açıklama vardır. Bu modernleşmeci açıklamalar dünyada pazar eko­nomisinin ve teknolojinin yayılmasının tamamen homo­jenliğin benzersiz olarak düşünülmemesine rağmen, sa­nayi öncesi dönemden itibaren toplumların bir noktada birleşmelerine yol açacağı çıkarımında bulunur. Jeffrey Williamşon (1996) gibi iktisat tarihçileri 20. yüzyılın ilk yarısı ve 19. yüzyıl esnasında iş ve gelir pazarlarında bir­birine yakınlaşma/bütünleşmeyi belgelediler ve savundu­lar. Daniel Bell (1973) teknolojik olarak post-endüstriyel çağın toplumları bütünleşmeye doğru götürdüğünü sa­vundu. (Guiilen 2001: 4) Bu teorisyenlerin ortak iddiası dünya ekonomisinin ve toplumlarının bütünleşme eğili­minde olduğu şeklindedir. Gitgide bütünleşen bir dünya sisteminden bahsederek bir küreselleşme yaşandığı var­sayılır. Fakat buna karşı birçok eleştirel yaklaşım söz konusudur. Örneğin siyaset bilimci Robert Cox (1996: 28-30) "ekonominin sosyal ve ahlaki içeriği olduğunu ve bu içe­riğin dünyanın değişik yerlerinde farklı biçimlerde te­zahür edebileceğini ve farklı organizasyonlar olabileceği­ni" belirtir. Tarihçi Bruce Mazlish "tekil bir küresel tari­hin beklenemeyeceğini" savunur. Sosyolog Anthony Gid-dens (1990: 64,175) küreselleşmenin birbiri ardısıra dizilen düz çizgili bir süreç olmadığını, düz-olmayan (uneven) bir gelişme süreci olduğunu ileri sürer. Buna göre küre­selleşme karşılıklı eğilimlerin zıtlığında ortaya çıkan diya­lektik bir fenomendir. Giddens'a benzer şekilde Martin Albrow (l 997: 86) "küreselliği homojenleştirme ve melez-leştirmeden  ziyade  kültürel  ifadenin  farklılaşması  ve sürekli yenilenebilmesini destekleme" olarak savunur. Buna benzer şekilde küreselleşmenin homojenl'eştirici ve , evrenselci tarzına eleştiriler vardır. Küreselleşmenin dünya toplumlarında ekonomik, kültürel ve siyasal olarak entegrasyon sağlayacak olması ister istemez kültürel farklılıkları ortadan kaldırma tehlikesi taşır ki, bu önem­li bir problemdir. 

Küreselleşmenin dünya toplumlarını bütünleştirici bir süreç olduğunu varsayan yaklaşımlara ciddi eleştiriler vardır. Bauman (1999:8) küreselleşmenin toplumsal kökle­rini ve toplumsal sonuçlarını açıklamaya çalıştığı dene­mesinde, bu kavram etrafında bir sis perdesi oluşturuldu­ğunu ve insanlığı bütünleştireceği inancının yayıldığını belirtir. Ona göre küreselleşme zannedildiği kadar birleş­tirici değildir ve birleştirdiği kadar böler de. Bu anlamda yeryüzünün tek tipliğini artıran nedenlerle, farklılaş­masını keskinleştiren nedenler birbiriyle özdeştir. Faik ise (1995: 145) küreselleşmenin negatif anlamda Batının sömürgecilikten gelen anlayışı doğrultusunda dünya üze­rinde diğer toplumlar üstünde hegemonyacılığını sürdür­me eğiliminde olduğuna işaret eder. Bu hegemonyacı ve sömürgeci küreselciliğin olumsuz yönlerinden dolayı küreselleşmeyi ikiye ayırır: negatif ve pozitif küreselleş­me. Pozitif küreselleşme yazara göre, insanlığın ihtiyacı olan demokrasi, insan haklan, refah, şiddet ve savaşın azalması, özgürlüklerin artması ve bütün dünyaya yayıl­ması demektir. Negatif küreselleşme ise, fakirlik, savaş ve çatışma, sömürü, zulüm ve suç oranı gibi arzu edilme­yen olayların küresel boyutta yaygınlaşmasıdır. Bunlar birbiriyle iç içe gelişmekte ve bütünleşmenin yanında farklılaşma ve bölünmeleri doğurmaktadır. 

Soğuk Savaş sonrası liberal kapitalizmin kendisini dünyanın tek ve mükemmel sistemi olarak takdim ederek bir küreselleşme projesi devreye sokması, önce her şeyin olumlu olacağı inancını artırmıştır. Fakat dünyada gelişen olaylar gözlendiğinde zannedildiği gibi olumlu gelişmele­rin yanında, belki daha fazla olumsuzluklar göze çarp­maktadır. İki kutuplu sistemin çökmesi ve kutuplardan birinin gücü ele geçirmesi ile birlikte, dünya siyasetini de belirleyecek şekilde ekonomiyi yönlendiren ulus-ötesi şirketler ekonomik bütünleşme adı altında küreselci bir açılım yapmışlardır. Çok uluslu şirketler, ulus-ötesi ban­kalar, mali piyasalar, tüketicilik ideolojisi, azami büyüme yoluyla elde edilen sermaye artışı negatif küreselleşmeye yol açmaktadır. Küresel piyasa güçlerine biçim veren yeni liberal ideoloji, özgürlük, refah, insan hakları ve hukuk devleti gibi olumlu fikirler kadar, açgözlülük, çıkarcılık ve maddiyatçılık gibi yıkıcı mefhumları da yayar. Hastalıklı anarşizm düzendeki bozukluklara işaret eder, böyle bir durum insanların evlerinden kitlesel olarak göçmelerine, soykırımlara, insanlığa karşı işlenen suçlara ve sürekli şiddete yol açar. Küreselleşme adıyla ekonomik ve kültü­rel bütünleşmenin ters ilişkisi burada ortaya çıkar. Erken kapitalist döneme benzer şekilde insanlık ekonomik ve kültürel kutuplaşma ve marjinalleşme eğilimine girer. (Faik 1995: 90-93) 

Küreselleşme konusundaki temel tartışmalardan biri­si de bu sürecin, uluslar arası devlet sisteminin ve milli devlet otoritesinin zayıflatıp zayıflatmadığıdır. Küresel­leşmenin ekonomik boyutta öncülüğünü yapan ulus-öte­si şirketlerin faaliyet alanlarını genişletirken kendi çıkar­larını koruyacak yeni kuralları uluslar üstü organizasyon­larla siyasi olarak da sağlamaya çalışmaları ulus devletler üzerinde önemli bir etki olarak kabul edilmektedir. Siya­si ve ekonomik kurumlar arasında "yeniden kurulması gereken bir denge" olduğu ve çok uluslu şirketlerin ya­yılmasının tahrip edici politik baskı yarattığı konusu uzun süredir tartışma konusudur (Guillen 2001: 6). Tarihçi 

Paul Kennedy (1993: 53-64, 122-134) hükümetlerin kontrol kaybettiğini ve küreselleşmenin iş ve gelişmekte olan ülkelerin durumunu aşındırdığını ve çevrenin alt derece­ye indirilmesini değerlendirir. "Bugünün global toplu­mu", "teknolojik değişme ve ekonomik entegrasyon ile geleneksel yapı, milli bilinç, sosyal ihtiyaçlar, kurumsal düzenlemeler ve alışkanlıkları uzlaştırma görevi ile karşı karşıya kaldığını" yazar. (Kennedy 1993:330) Bazı küreselleş­me taraftarları ulus devletlerin bu süreçte büyük bir aşınmaya uğrayacaklarını iddia etseler de, bu konuda tar­tışma devam etmektedir. Ağırlık kazanan görüşe göre bu süreçle birlikte ulus devletler ortadan kalkmayacak, fakat belli bir dönüşüm yaşayacaklar gibi görünmektedir. 

Sovyetler Birliği'nin çökmesi ve Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle yükselme eğilimi gösteren küresel dönüşüm­ler, yeni dünya düzeninde ulus devletlerin gittikçe zayıfla­yacağı ve fonksiyonlarını kaybederek "tek bir dünya yöne­timi" oluşturulacağı söylemi yayılmaya başlamıştır. Hatta ortaya konan senaryolarda tarihin geçmekte olan bir dev­rinden, yeni ve farklı bir sürece dönmekte olduğu iddi­aları dile getirilmektedir. Bu senaryolardan birincisi sana­yi toplumundan bilgi toplumuna, ikincisi Fordist üretim biçiminden esnek üretim biçimine, üçüncüsü modernite-den postmoderniteye, dördüncüsü ise ulusal-devletler dünyasından küreselleşmiş bir dünyaya geçiş üzerine yo­ğunlaşmaktadır. Ortaya konulan senaryolar yaşanan bu dönüşümün dört farklı yönüne işaret etmektedir. İlk üç senaryonun bize anlatmaya çalıştığı dönüşümler, bir an­lamda dördüncü senaryodaki dönüşümlerin gerekçelerini oluşturmaktadır. Yaşanan gerek üretim, gerek iletişim alanındaki teknolojik gelişmeler ve kapital birikim süreç­leri bir araya geldiğinde, ulus-aşırı firmaları ve finansman kurumların küresel ekonomiyi oluşturan temel aktörler haline getirmiştir. 1970'li yılların çokuluslu firmaları artık ulus-aşırı firmalar olarak tanımlanmaktadır. Ulus-aşırı firmalar küresel pazarda ulusal sınırlara takılmadan, tek tek ulusların amaçlarından bağımsız olarak davranma eğilimindedirler. Ulus-ötesi ilişkiler ve çıkar bağları on­ların davranışlarını belirler hale gelmiştir. (Tekeli; İlkin 2002: 5) 

Küreselleşmenin uluslar arası baskıların karşısında milli devletlerin etkisini azalttığı yönündeki iddialar ne yenidir, ne de diğer iddialar kadar sınırlayıcıdır. Bu konu­yu tartışan düşünürlerden Paul Hirst ve Graham Thomp­son, ulus devletler ve ulus-aşırı (Transnationals) şirketler arasındaki ilişkinin karşılıklı etkiye sahip olduğunu belir­tirler. "Yalnızca milli hükümetleri uluslar arası kuruluşlar ve şirketler sınırlandırılmaz, aynı zamanda milli hükü­metler ulus-ötesi şirketlerin işletmesine izin veren şart­ları yaratır." Global ekonominin öncü güçleri Kuzey Ame­rika, Avrupa ve Japonya'nın ulus-aşırı şirketleri dünyayı gerçekten küreselleştirmekte mi, yoksa bir mit mi oluş­turmaktadırlar belli değildir. Ulus-aşırı şirketlerin dünya üzerinde özellikle üçüncü dünyanın geri kalmış ülkelerin­de hiç de iddia edildiği gibi küreselleşmenin değerlerini götürmedikleri ortadadır. Bu tür şirketlerin çıkarlarına göre diktatörlere, demokratik olmayan hükümetlere ra­hatlıkla destek olmaları, emperyalist kapitalizmin yeni bir boyutu ile karşı karşıya kaldığımızı düşündürüyor. Karşımızda oldukça komplike bir sosyo-ekonomik süreç durmaktadır. Bir yandan emperyalizm, bir yandan küre­selleşme ve kapitalizmin genişleyen doğası birbirinden ince çizgilerinden ayrılmayı beklemektedir. 

Ulus devletlerin kuruluşu imparatorlukların yıkılışı ve demokratikleşmenin başlamasına denk gelir. Avrupa'daki reformlar ve Fransız Devrimi arasındaki dönemde, Orta Çağdan çıkan Avrupa'da iktidara yeni bir güç olarak halk egemenliğine dayalı ve özel bir karakteristiği olan sosyal gruplar gelmeye başladı. Önlerindeki bütün engelleri aşa­rak, insanlar arasındaki hukuksal ilişkilerde köklü deği­şiklikler yaratarak ulusal egemenliklerini kurdular. Yeni çağın toplumsal bir özelliği olarak günümüze kadar ba­zen antidemokratik yapıya dönüşseler de varlıklarını ya­yılarak devam ettirdiler. 1980'li yılların sonlarına doğru dünyada yaşanan küreselleşme adı verilen süreçte klasik­leşmiş, kurumsallaşmış özellikleri tehdit altına girdi. Sınır tanımayan ve ulus-ötesi büyüklüğü olan sermayenin bütün dünyayı sarmaya başlaması ister istemez ulus devletler ile karşı karşıya kalmasına yol açacaktı. Aşırı küreselleşmeciler bu sorunun ulus devletlerin ortadan kalkacağı ve yerine dünya hükümetinin kurulacağı var­sayımı ile aşmaya çalışsalar da, dünya konjonktürü bu­nun gerçekleşebileceğine dair hiçbir kanıt vermemekte­dir. Ulus devlet henüz yerine getirmekte olduğu pek çok işlevi yerine getirmeye devam etmektedir. (Kazgan 2000: 229-243) Hatta küreselleşmenin öncülüğünü yapan serma­yelerin arkasında benzer devlet güçlerinin yer aldığı ve yeni çatışma alanlarına yol açtıkları görülmektedir. Ulus devletler belki de eskiye nazaran daha farklı işlevler yüklenerek ve güçlenerek hayatlarını devam edeceklerdir. Küresel gelişmeler yeni problemler ve sonuçlar doğurdu­ğu için bunların çözümlenmesinde en önemli güç odağı olarak görünmektedirler. 

Küreselleşmeye abartılı bir şekilde taraftar olanların yanında şüpheci yaklaşanların ve karşı çıkanların sayısı azımsanmayacak derecededir. Bunların yaklaşımına göre küreselleşme yeni bir olgu değildir. Emperyalizm çağında ekonomik ve siyasi yönden sınırlar ötesi uzak dünyayı et­kisi altına aldıkları ve küresel bir egemenlik kurdukları varsayımından hareketle bugünün küreselleşme adı veri­len sürecinin de benzer olduğunu düşünürler. Şüpheciler, dünya ekonomisinde duvarların kaldırılması yönündeki günümüzde yaşanan gelişmelerin, 100 yıl öncesine ben­zer bir duruma geri dönüşten başka bir şey olmadığını id­dia ediyorlar. Kısacası, küreselleşmenin yeni bir süreç ol­duğunu kabul etmiyorlar. Herkesin bu terimle bu kadar ilgili olmasını zamanın ideoloji haline gelmesine bağ­lıyorlar. Onlar için küreselleşme, refah devletini yok ede­cek minimal devlet ve hükümeti amaçlayan çevrelerin sık sık kullandığı basit bir terimdir. (Bozkurt 2000: 3) Do­layısıyla bugün için de iddia edildiği gibi toplumlara refah ve eşitlik getirecek bir süreç değildir. Küreselleşmekte ol­duğu söylenen günümüz dünyasında yan yana duran aşağılık bir sefaletin ve eşi görülmemiş zenginliğin oluş­turduğu ikilemin iyi görülmesi gerekir. Dünya her ne ka­dar, eskisinden daha varlıklı ise de, aynı zamanda ola­ğanüstü yoksunluklar ve akıl almaz eşitsizlikler dünyası olarak varlığını sürdürmektedir. (Sen 2001:2) 

Küreselleşmenin taraftarları ve uygulayıcıları açısın­dan ortaya konan, bu sürecin azgelişmiş ülkeler ve bu ülkelerin çalışan sınıfları için yeni fırsatlar ve seçenekler sunduğu, teknolojik ve uluslar arası siyasi gelişmelerin ulaştığı aşamanın kaçınılmaz bir sonucu olduğu, kendi şartlarının ve kurallarının bütün dünyada geçerli olduğu, ekonomi piyasalarının ulus-ötesi şirketlerin serbest hare­ketlerine bırakılması gerektiği iddiaları olumlu sonuçlar doğuramadığı için tepki çekmektedir. Bu anlamda küre­selleşme karşıtları ve küreselleşmeye şüpheci yaklaşımlar itirazlarını dile getirmektedirler. Türkiye'den bir örnek verecek olursak; 'Aydınlanma 1923' Bağımsız Kemalist Düşün Dergisi'nin 22. sayısında bir grup aydının imza­sıyla yayınlanan bir bildiride "küreselleşmenin" vazgeçil­mez ve önünde durulamaz bir süreç olmadığı vurgulan­mıştır. Özellikle Türkiye gibi azgelişmiş ülkelere yapılan telkinlerde bu sürecin kaçınılmazlığı ve insanlara yeni fır­satlar ve seçenekler sunduğu ifade ediliyor. Küreselleşme kavramının arkasında 'ulus devletler'in, çok uluslu şirket­lerin egemenliğine ve çıkarlarına terk edilmesini- ön gören 'Yeni Dünya Düzeni'nin varolduğu iddia ediliyor. Buna göre ülke uluslar arası sermayenin hükümranlığına terk ediliyor. Buna duyarsız kalınmaması ve toplumun bütün kesimlerinin, küreselleşme projesinin kaçınılmaz ol­madığı bilinciyle harekete geçmesi gerektiği kamuoyuna duyuruluyor. 

Dünyanın küreselleşmekte olduğu iddiaları sanayi çağının kapanmakta olduğu ve bilgi çağının başlamakta olduğu döneme denk düşer. Bu dönemde ulaşım ve ileti­şim teknolojisi büyük sermaye sahiplerine ve çok uluslu şirketlere muazzam imkanlar ve fırsatlar sunmuştur. Bu fırsatları kendi çıkarlarına dönüştürmek isteyen ulus-öte­si büyük şirketlerin önlerindeki engelleri ortadan kal­dırma ve daha rahat hareket edebilmek için takip ettikle­ri bir strateji olarak küreselleşmeyi kullandıkları iddiaları oldukça fazla rağbet görmektedir. Oktay Sinanoğlu küre­selleşmeyi bu anlamda yorumlayarak, küreselleşme kav­ramının çok uluslu şirketlerin dünyayla ticaretinin art­tırılması, çeşitli ülkelerle ticaret manasında kullanıldığını ifade eder. Türkiye gibi küreselleşme propagandasının et­kili olduğu ülkelerde, küreselleşme ile dünyadaki herke­sin dilinden, kültüründen, dininden vazgeçtiği ve herke­sin birbiriyle aynılaşmaya başladığı inandırılmıştır. Sina-noğlu'na göre bu tamamıyla dünya egemenliği peşindeki Amerikan-İngiliz propagandasıdır. (Sinanoğlu 2001: 384) 

Küreselleşmeye daha makul bir anlayışla yeni toplum­sal yapıyı şekillendiren bir dönüşüm süreci olarak yakla­şan bazı düşünürler, fazla abartılı olmadan yaşanan deği­şimlere işaret etmektedirler. Kendisi de küreselleşmeyi bir dönüşüm süreci olarak algılayan Anthony Giddens da, dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen bir olayın başka yerler ve olaylar üzerinde etkili olabilecek şekilde ulusal sınırlar ötesinde yaygınlaşmasının ve karşılıklı etkileşiminin önemine dikkat çeker. Küreselleşmenin dün­den bugüne devam eden modernleşme sürecinin bir de­vamı ve sonucu olduğunu iddia eder. (Giddens 1998: 66-74) Dönüşümcülere göre küreselleşme ne tamamen yenidir, ne de dünün aynısıdır. Toplumsal yapılar hızlı bir şekilde teknolojik, kültürel, ekonomik ve siyasi bakımdan değiş­mektedirler. Dünya ekonomisi sanayi toplumundaki mal üretiminden hizmet üretimine kaymış, bilgi aktarımı ve kullanımı değer kazanmış, iki kutuplu güç dengesinden tek kutuplu bir dünya sistemine doğru geçilmiştir. Ba­zılarının iddia ettiği gibi ulus devletler ortadan kalkmasa da yeni fonksiyonlar ve rollerle yeniden yapılandırılmak-tadır. Evrenselci Aydınlanma düşüncesi ile modernitenin bir türevi (McGrew 1999:62) olarak değerlendirilen, küresel­leşme süreci, ulusal hükümetlerin gücünü yeniden dü­zenleme eğilimindedir. 

Küreselleşmenin kültürel farklılıkları ortadan kaldır­ma eğilimini yanlış bulan Stuart Hail, tekdüze bir dünya­nın anlamsızlığından şikayet eder. Küreselleşmenin çeliş­kisiz, mücadelesiz, her şeyin kurumların denetiminde belli hedeflere doğru götürüldüğü bir alan olduğu anla­yışını eleştirir. Ona göre küresel konumunu korumak için sermaye, yenmeye çalıştığı farklılıklarla müzakere etmek, onları kısmen içine almak ve yansıtmak zorundadır. Farklılıkları ortadan kaldırarak bir dünya kurmaya çalış­mak yanlıştır. Böyle ileri sürülen bir küreselleşme an­layışı dünya tarihinde Batının nihai zaferi ve tarihi kapat­ması olarak takdim edilmektedir. Bu küresel post-mo-dern durum, yer şeyi kavrayan, içinde eritemeyeceği fark­lılığın, konuşamayacağı ötekinin, haz alamayacağı marji-nalliğin kalmadığı bir final sahnesi midir? Hall'a göre bu böyle değildir. Küreselleşmenin yerel boyutu gözden ka­çırılmaması gerekir. (Hail 1998: 54)

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005