Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Türk Siyasî Düşüncesinde İngilizperestlik

Doç. Dr. Ali Birinci 

Küçük Kaynarca anlaşmasıyla (1774) Osmanlı Devleti'nden koparılan ve dokuz sene sonra (1783) Rusya tarafından ilhak edi­len Kırım'ı kurtarmak için açılan 1787 Seferi artık harp meydanlarında yeni zaferler kazan­ma ümitlerinin sonunu, diğer taraftan da ısla­hat hareketlerinin kat'î ve kararlı başlangıcını teşkil etti. Bu harpte 8 bin Rus askerinin 120 bin Osmanlı askerine karşı yeni silâhlarla ve askerî düzenle yaptığı harekât neticesinde elde ettiği galibiyet Osmanlı zabitlerinde ve yeniçeri ağalarında derin bir ye'se yol açmıştı. "Madem ki bizim askerimiz hile-i harbiye-yi cedideyi bilmeyince böyle kıyamete kadar nusrat olamaz"itirafında bulunmaları pek zor olmamıştı. Avusturya ile Ziştovi (1791), Rusya ile Yaş (1792) anlaşmalarıyla harbe son verildi. Ancak yol açtığı gelişmeler, hiçbir harple kıyaslanamayacak kadar, büyük ve derin oldu. 

Avrupa'da ilk defa Osmanlı İkâmet Elçi­liklerinin bu harbin ertesinde (1793) kurulma-ya başlanması ve Avrupa'nın ahvâlini daha ya-kından takip edilme ihtiyacının duyulması bu bakımdan mühim bir keyfiyettir ve Osmanlıla-rın ehl-i küffara karşı alâkasızlıklarının sonu olmuştur. 

Bir başka yepyeni gelişme ise daha har­bin ikinci senesinde ilk defa bir Hıristiyan dev­letle, Prusya ile, başka Hıristiyan devletlere, yâni Avusturya ve Rusya'ya karşı karşılıklı esaslara dayalı bir andlaşma yapılmasıydı. Böyle bir şekilde muhtemel haricî tehlikelere karşı, hem de bir Hıristiyan devletle yapılan andlaşma Osmanlıların tek başlarına varlıkları-korumayacaklarının kati itirafından başka bir şey değildi. Diğer taraftan bu andlaş­ma içerde büyük tartışmalara yol açmış, ulema ve ümera'dan bazıları yapılmasına karşı çık­mıştı. Karşı çıkanlardan biri de Ordu Kadısı Şânîzâde Ataullah Efendi'ydi. Şeyhülislâm Ha-midizâde Mustafa Efendi'nin fetvası üzerine yapılabilen andlaşma (31 Ocak 1790) tatbikat­ta bir netice vermemiş ise de yeni ve zarurî bir geleneğin başlangıcıdır. Osmanlı Devleti artık varlığını, kendi üzerinde farklı veya zıt niyetlere sahip devletlerin arasındaki ilişkiler­den faydalanarak, sürdürmeye çalışacaktı. Bu yeni tavrı denge politikası adı ile ders kitapla­rına girdi. 

Osmanlı Devleti Paısya andlaşmasıyla nazarî olarak başlattığı bu yeni diplomasisini Napolyon'un Mısır'a asker çıkartması üzerine tatbikata koyma fırsatı buldu. İngiltere ve Rusya'nın yardımıyla Fransız ordusunu Mısır'dan çıkardı (26.6.1802). Bu arada harp esnasında 1791'de Rusya'yı Akdeniz'den, yâni kendisini Hindistan'a bağlayan İmparatorluk Yolu'ndan uzak tutabilmek için Osmanlı Dev­letinin bütünlüğünü muhafazadan yana karar veren İngiltere de bu tarihten 1880 senesine kadar bu siyasetini devam enirdi. İngiltere Ka-valalı Mehmet Ali Paşa isyanında (1831-41) ve Kırım Harbi'nde (1854-56) Osmanlı Devletini desteklemeye devam etti ve son defa 1877-78 Osmanlı-Rus Harbinden sonra yapılan Ayastefanos Anlaşması'nın yumuşatılarak Berlin An­laşması hâline getirilmesine katkıda bulundu. Bir bakıma bu katkısını bahaneyle ve Rusya'nın muhtemel tecüvüzüne karşı yardım vadiyle Kıbrıs adasının kendisine terkini sağla­dı (4 Haziran 1878). 

Rusya'nın son harpte Ayastefanos'a (Ye­şilköy) kadar inmesi ve 19 asır boyunca da Orta Asya'daki Türk hanlıklarını birer birer işgal etmesinin Türk aydınlarında yarattığı kâbusu bir asır sonra lâyıkıyla anlayabilmek ve ifade edebilmek pek kolay değildir. Düş­manların, memleketi "girdab-ı inkiraza"atma­sından bahseden Jöntürk neşriyatında bu halet-i ruhiye bütün açıklığıyla dikkati çek­mektedir. Bir ifadeye göre Rusya, hükümet merkezi İstanbul'u, Avusturya Selânik'i, İtalya Trablus'u, İran Bağdad'ı, Yunan Teselya ve Girid'i, Bulgar Edirne'yi elde etmek arzusun­dadır. "Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki Rusya'ya karşı müdafaa değil; Bulgarlar, Yu­nanlılar ile bile muharebeye iktidarımız yok­tur" şeklinde ifade edilen bedbinlik devasız bir sârî hastalık gibi zihinleri sarmıştı.™ Mos­kof kıyametin bir başka ismiydi.

93 Harbi akabinde yürekler Rus Ordusu İstanbul'a girecek diye titrerken "akın akın muhacir kafileleri geliyor, şehri baştan başa dolduruyordu. Camiler, mescidler, tekkeler, harabeler hep yavaş yavaş doluyor, bir yan­dan ölümün dalgalan bunlardan küme küme alıp götürdükçe boşalan yerler yine ki­fayet edemiyerek nerede bir koğuk, nerede bir delik varsa oraya kucakta çocuklar ile, hasta ihtiyarlar ile, annelerinin bacaklarını kavrı-yarak sızlayan küçükler ile bütün o harbin ateşlerinden kaçarak iltica ederek yer ariyan müslümanları, kışın merhameti, şefkati inkâr ederek sırtlarına dolanan kamçıları altında inleye inleye divan diplerine, yangın yerleri­ne, metruk arsalara devrilip yıkılıyorlardı". Bu perişan hâlet-i ruhiye içinde Pilevne ismi tek teselliydi. "Hiç olmazsa namus kurtarıldı" diye mırıldanılıyordu

1895 İlkbaharında kurulan Osmanlı İtti-had ve Terakki Cemiyeti'nin Vatan Tehlikede adını taşıyan ilk risâlesindeki hâkim endişe de yine Moskof'tu." Hâttâ Cemiyet'in ilk risalelerinden bir başkasını münhasıran İstan­bul'un Ruslar tarafından işgali faraziyesine da­yandıran siyasî bir rüya metni halinde neşret­mesi meselenin vehametini göstermek bakımından kâfi bir delildi 

Rus baskısının doğurduğu kâbusun ta-hammül-fersa tesiri. 19. asırda orrava çıkan yeni aydınlar zümresine içinde yaşadıkları kesif mücadeleli dünyayı serinkanlı ve doğnı değerlendirme imkânından büsbütün mahnim bıraktı. Öyle ki İngiltere'de 1880 seçimlerinde Muhafazakâr Parti'nin yerine Liberal Parti'nin iktidara gelmesini takiben başbakan olan Gladstone'un Osmanlı Devleti'nin varlığını tas­fiyeye dayanan dış siyasetiyle Rusya'nın safın­da yer almasına doğru teşhis koymaktan bile çok uzaktılar. 1880'e kadar devam eden Os­manlı taraftarı İngiliz siyasetinin aydınlarımız­da yarattığı derin tesirleri, İngiliz dostluğunun II. Abdülhamid'e karşı müdafaanâmesi zım­nında yazılanlar da safiyâne ifadelerle tezahür etmektedir. İngilizlerin Mısır'ı işgali (1882) bile çok iyimser yorumlara tâbi tutuluyordu. 

İngilizperestliğin şahidi olan en samimî itiraflar Jöntürklüğün en dikkate değer simala­rından Hoca Mehmet Kadri Nasıh'ın (1860-Paris, 1918) kaleminden çıkmıştır. Ancak bun­ları bir ferdin değil bir devrin zihniyetinin temel metinleri olarak görmek gerekir. 

"İngiltere Mısır'a girmiş ise Fransa'nın Tunus'a girmesini men etmek üzere girdi ve Türkiye ne gibi tedabir ittihaz eyledi? Kısm-ı âzami ehl-i İslâm olmak, üzere onbeş milyon nüfus-u idariyeyi bekleyen Mısır ve Sudan'ı İngiltere devlet-i nasraniyesi ikibin askerle muhafaza ediyorsa Türkiye devlet-i İslâmiyesi ahalisi bir milyon Araptan ibaret olan Yemen vilayetini otuz-kırkbin kişi ile ne için muha­faza edemiyor? Din-i İslâm'ın emrettiği adalet devlet-i Nasraniyede mi, yoksa devlet-i İslâmiyede midir? İngiltere hiç mecbur değil iken Mısır'a bahşettiği yeni hürriyet sayesinde bugün Mısırlılar menafi-i İslâmiyeye hizmet fikrine düştülerse Türkiye'nin zaman-ı idare­sinde vahud Hidiviyet devrinde ne gibi hürri­yete ınaiın ıdıict ve din-i ma ettikleri hiz met nedir?..İngiltere'nin Türkiye'ye ve Alem-i İslâmiyeye hayırhah ve muhib olduğu bir asırlık şevahid-i tarihiye ile sabittir. Bundan maada Kının Muharebesi ve Berlin Muahede­si Âlem-i Nasrani'nin Âlem-i İslami'ye dost ve muin olabildiğini gösterir iki beyyine-i tarini-yedir. 

Hoca Kadri ümidsizliğin serhadlerinde hâl çarelerini de aynı vuzuhla ifade etmekten kendini alamıyordu: "En iyisi İngiliz'i Anado­lu'ya getirip, nasihatleri üzere işlerimizi yavaş yavaş düzeltmeliyiz. Himmet ve diraye­tine muavenet etmeliyiz, başka çaremiz kal­madı. Hem en sağlam çaremiz budur. İngiliz Mısır'ı ıslah ettiği gibi bizim. Anadoluınuzu da ıslah edip terakki ettirirse daha ne isteyebi­liriz?.. Sonra Allah kerim, ilerisi Allah'a malûm. Biz adam olalım da sonra herşey ko­laylaşır. Ben Mısır'da bulundum, işlerini güzel gördüm. Herkeste para var, ticaret yo­lunda, ziraat ilerliyor, fellâhlar kazanıyor, yüzleri gülüyor. İngilizler sayesinde biz Türk­ler Mısırlıları herşeyden çabuk ve kolay geçe­riz. 

Madem ki İngiliz dostluğu tek kurtuluş reçetesiydi, imtiyazlar da Almanya'ya değil, İn­giltere'ye verilmeliydi. Almanya'ya imtiyaz ver­mek İngiltere'ye karşı hasmane hareket olur­du 

Jöntürk neşriyatının temel hedefi Meş­rutiyet değil, ilk bakışta dikkati çekmemiş olsa da İngiliz dostluğunu elde etmekti. Meşrutiyet bunun bir ara menzili veya kolaylaştırıcı âmili olabilirdi. Abdülhamid'in ters tavırları yüzün-den İngilizlerin Osmanlı Devletinden yüz çe- virdikleri kanaati meşrutiyetin ilânından çok  sonra da ifade edilebiliyordu.09 Meşaıtiyet'in  iadesi için ecnebi müdahalesi de mâkûl ve masum bir tedbir olarak düşünülürken isminin açıkça ifadesine gerek duyulmayan devlet tabiî ki İngiltere'ydi. Jön türkler'in nev-i şahsı­na münhasır temsilcisi Mehmet Ubeydullah (Hatiboğlu) bu fikrin taraftarlarını İngiliz Sim­sarları olarak isimlendirmektedir.

Türkiye'de Meşrutiyet ilân edildiğinde herkes İttihatçı, herkes İngiliz dostluğundan yanaydı. Denebilir ki hemen hemen hiç kimse 1896'da ölen Gladstoneun Türk düşmanı za rarlı ve kararlı tngiliz siyasetinin farkında de­ğildi. Öyle inanılıyordu ki İngiltere ile aramız­daki biricik karakedi İstibdat idaresiydi. Bu da ortadan kaldırıldığına göre Midhat Paşa zama­nındaki dostluğa, yâni devr-i saadete dönme­mek için hiçbir mania kalmamıştı. Artık mader-i meşrutiyet olan İngiltere ile yeniden dostluk tesis ve devletin bekası temin edilebi­lecekti. Bu hülyalarla, Edirne'de karşılanan yeni İngiliz Sefiri Sir Gerard Lowter'in atları sö­külmüş ve arabası Karaköy'den Beyoğlu'ndaki sefarete kadar "Yaşasın İngiliz kardeşlerimiz, yaşasın Kral Edward, yaşasın Sir Gerard Low-ter cenapları" çığhklanyla halk tarafından çe­kilmişti İngiltere'ye gösterilen bu aşırı meyil ve muhabbet diğer devletlerin gözün­den kaçmamıştı 

Meşrutiyet ilânından önce İngiliz dost­luğunun alemi Midhat Paşa olmuştu; ilânından sonra ise Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa oldu. "Her yerde İngiliz politikası mevzu-u bahis edilerek bir İngiliz mutemedlisi, birpîr-i siya­set" arandığı zaman hatırlanan tek isim olan Kâmil Paşa aynı zamanda "zavallı vatanın dertlerine amik surette vâkıf olan rical-i dev­letten" biriydi ve İngiltere nezdinde itibarı vardı 

İngiltere'nin dostluğuna bir davetiye çı­karır gibi 6 Ağustos 1908'de sadârete getirilen Paşa dış siyaset bakımından henüz bir prog­ramları olmadığını, herşeyden önce idarî meş­rutiyeti tesis ile uğraşacaklarını; Sırbistan'ın, Yunanistan'ın ve Bulgaristan'ın bir kısım emel­lerini şüphesiz terk edeceklerini söyledikten sonra sözlerine şöyle devam etmişti: "Ben eminim ki Avrupa hükümetlerinin ınııavene.-tiyle sükûn ve asayiş muhafaza edilecektir. Şimdiye kadar Avrupa devletleri bizden cüda duruyorlardı, çünkü hatt-ı hareketimiz mu­vafık değildi... Almanya'nın olduğu gibi Fransa'nın, İngiltere'nin, Avusturya'nın mü­zaheretini kazanacağımızı ümid ederim. "Bir başka ifade ile Paşa'nın dış siyaseti bütün dev­letlerle iyi geçinme düsturuna dayanıyordu. Hükümetin Paşa tarafından kurulması aydın­larda büyük bir nikbinliğe yol açmıştı

Meşrutiyetin ilk zamanlarında halk her fırsatda İngilizlere olan muhabbet ve dostluğu­nu ifadeye çalışırken) aydınlar da İngilte­re'nin Meşrutiyetten büyük bir memnuniyet duyduğuna ve kurtuluşumuzun samimî bir ta­raftarı olduğuna inanıyorlardı. 

Hürriyetin ilânından beri İngilizler gerek hükümet ve gerekse Osmanlılar hakkın­da daha ziyade meveddet ve teveccüh gösteri­yorlardı Aynı zamanda İngiltere hürriyetin naşiri ve müdafiîydi Yine bir diğer ifadeye göre "siyaset-i cihanın bifiil müdür ve nâzımı olan İngiltere'dir ki Osmanlılara bugün lâyık oldukları, muhtaç bulundukları himayet ve muhabbeti en müfid, en câlib-i kulûb bir surette ibraz" ediyorlardı Bu aşırı ve dizgi­ni bulunmayan heyecanlar karşısında İngiliz dostluğundan çok şey ümid etmemeliyiz diye, adetâ bu gibi şahıslan itidale davet eden" Hüseyin Cahit bile, anlaşılan ittihatçıları Rica-lül-gayb şeklinde isimlendirip' hükümet iş­lerine karıştırmamaya çalışan Kâmil Paşa'nın düşürülmesinin konuşulduğu, belki de karar­laştırıldığı sıralarda dahi İngiltere ile Osmanlı Devleti dostluğunun devam edeceğini duyur-muş, bir müddet sonra (13 Şubat 1909) hükümet bir güvensizlik oylaması ile düşürü­lünce, bu hareketin İngiliz düşmanlığı şeklinde yorumlanmaması için Times gazetesine gönderilen telgrafla eski dostluk siyasetinin değişmeyeceği, aksine gelişeceği yolunda İn­gilizlere, İ.T. tarafından, teminat verilmişti.) Hüseyin Cahid'e göre "kalbimizde İngiltere'ye karşı bî-payan bir hiss-i takdir ve muhabbet" vardı. Doğrusu İngiliz dostluğu hususunda İ. T. nin mensuplarıyla muhalifleri tam bir itti­fak halinde görünüyorlardı. Tabiî sonraları İ.T. tekrar, tıpkı II. Abdülhamid'in yapmak zo­nanda kaldığı gibi, Alman siyasetine devam et­tiği zaman, karşılaştığı en büyük tenkitlerden biri de Almanların müstemleke siyasetine al-danıp kadîm dostlarımız olan İngiltere'yi ve Fransa'yı gücendirmiş bulunması oldu. "Bu mülkün âtisi ve hâli İngiliz dostluğu ile temin olunabilecektir" hükmü gerçeklerden kopuk bir siyasi inanç olarak kimbilir kaç aydının his­siyatına tercümandı. 18 Kasım 1911 tarihli bir yazısına göre fırkasız muhaliflerden Refik Halid'in dış siyaset düsturu çok açık ve sâde idi: "Denize düşerseniz yılancı sarılın, kurtulursunuz: fakat Almanya'ya satılmayı­nız, boğulursunuz". 

Meşrutiyetin ilânından önce ve sonra Türk aydınlarının İngiliz dostluğundan bekle­dikleri iyilikler ile İngiliz devlet adamlarının Meşrutiyet hareketinden duydukları kuşkula­rın bağdaşabilmesi kutuplarda narenciye zira-atinden daha zayii bir ihtimâldi; ama bu çok uzaklardaki bir gerçekti. Türk Meşrutiyeti'nin İngiltere'nin üzerine titrediği iki sömürgesin­de, Hindistan'da ve bilhassa Mısır'da örnek alınması ihtimâli derin endişelere yolaçıyordu. Tabiî İngiltere için asıl felâket Meşrutiyet hare­ketinin başarıya ulaşması ihtimâliydi. Ula­şırsa iki sömürgede örnek ve tahrik sebebi olabilirdi. Gerçekten de 1908 sonbaharında Mısır'da kanun-i esası için yapılan mümayişler bu tahminleri teyid ediyordu.) Daha da vahi­mi İngiltere'nin İ.T. nin Mısır'da kendi aleyhi­ne tahriklerde bulunduğuna kani olmasıydı. Diğer taraftan İngiltere'nin yanısıra Hidiv'in de Milliyetçi Mısırlıların cemiyeti Hizbü'l-Vatanî'nin İ.T. nin samimî alâkasıyla karşılaş­masından şikâyet etmesiydi.

I. Dünya Harbinde İngiltere ile karşı saflarda çarpışmanın İngilizperestliğin harare­tini düşürdüğüne dair bir işaret bulunmamak­tadır. Aksine arttığına, mağlubiyetin ve harbin yolaçtığı bütün sıkıntıların İngiliz dostluğunun kıymetinin bilinmemesinden doğduğuna dair daha ateşli ve aşırı yorumlarla dopdolu yazılar dikkati çekmektedir. 

Harbin son senesinde ilân edilen Wilson Prensipleri kısa bir müddet için aydınların son ümidini teşkil etmiş ve kaçırılmaması ge­reken son fırsat sayılmıştı.' Hâttâ Wilson Prensipleri için bir cemiyet kurulmuş; şiirler yazılmıştı. Bu arada Osmanlı devleti ile alâkalı olan 12. maddesinin propagandası için Köprülüzâde Mehmet Fuad'ın gönderileceği haberi üzerine Fransızca konuşmaya muktedir olmadığı yolunda tenkidlerde bulunulmuştu. Misak-ı Millîye benzerliğine pek dikkat edilmeyen bu maddelerin gerçekleşmesinde İngiltere ve Fransa'nın hakikî menfaatleri Tür­kün    elinden    tutmakta    olduğu    yolundaki kadîm inançla bu hususta iki devletin Ameri­kan Devletini tenvir etmesi beklenmiş ve tabiî bu arada Wilson'a sözünü tutması hatırla­tılmıştır

Mütareke devrinin zulmeti içinde, tıpkı Meşrutiyetin ilânını takib eden günlerde oldu­ğu gibi, İngilizperestliğin alevi son bir kere daha parlak ışıklarıyla dalgalandı. Muhakak ki aydınlarından biri olan Nüzhet Sabit'in (1883-1919) şairane ve sâfiyâne feryadı bu meyanda çok dikkat çeki-cidir. N. Sabit'in hitabı ancak bir nakş-ı ber-hâyâl sayılabilir: "Sen, İngiltere, senin mu­kadderatını, islamların ve Türklerin mukad­deratından kim ayırabilir. Milyonlarca Müs-lümanın, kim ne derse desin, saadet-i müstakbelesini, refah ve saadetini temin vazi-fe-i tarihiyesi senindir. Sen bu tarihî vazifeyi elbette ifâ edeceksin. Ey medeniyetin mümee-silleri, cihan medeniyetine yeni bir devre aç­mağa çalışırken, bak ve zulmün bitaraf bir hâkimi olun." 

Doğrusu dört senelik I. Dünya Harbin­den sonra İngiltere'yi medeniyet mümessili olarak gören zihniyeti anlamak pek kolay de­ğildir. Ancak bu gibi yorumlan bir şahsın veya bâzı şahısların değil, bir neslin hissiyatının veya bedbinliği ve bedbahtlığının bir neticesi görmek gerekir. Ümitlerinin bittiği yerde bir bakıma yeniden, daha büyük bir heyecanla, İngiliz dostluğuna müracaat ediliyordu. İfade edildiğine göre iflâs eden İttihad ve Terakki si­yaseti asterî tahakküme dayanıyordu. Üstelik yalnız bir milletin, yâni Türklerin hâkimiyetini temine ve diğer unsurların temsil hakkını orta­dan kaldırmak yolunu takip ediyordu. Bu ya­pılanlar hür insanların haklarıyla ve insanlık gayesiyle ters düştüğü için İngiltere tarafından tasvip göremezdi. Takip edilen siyaset küve­tiyle mütenasip olmadığından harp tehlikesin­den başka bir netice doğurmuyordu. Kaldı ki İngiliz siyaseti yalnız bir milletin değil, bütün Dünyanın menfaatineydi. İngiltereyi bir melek, Almanya'yı da bir şeytanı hatırlatan ifa­delerle dolu yazı şöyle devanı ediyoı: "İn­giltere muharebeye hazırlanmamıştı. Vaziyeti coğrafiyesi, an'anat-ı siyasiyesi ve menfaati Diınya'da harbin zuhur etmemesi idî. Zira bir muharebe ile İngiltere'nin hiçbir şey ka­zanmayacağı aşikâr idi. Alman taraftarları­nın yüzbinlerce defa tekrar ettikleri iktisadî hâkimiyet, ticari rekabet maddelerinin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Çünkü İngiltere denizlere hâkim idi. Bütün dünyanın pazarları İngilte­re'ye açık bulunuyordu. İngiltere'nin ne kor­kusu vardı ve ne de ihtiyacı. Alman iktisadi­yatının ifnası hakkındaki propaganda ehemmiyetsiz bir meseledir. Çünkü gerek İn­giliz sanayii ve gerek mamıtlâtı ve ihracatı bir kıymet-i mahsıısayı haizdir, Alman mamulâtına her zaman faik bulunuyor. Alman sermayesi, Alman kabiliyeti, Alman teşkilâtı henüz ingiliz kabiliyetine tefevvuk edemedi. Binanaleyh maddeten mağlup olan Alman kabiliyetinin İngilizlere ne ehemmiyeti olabilirdi. Bir İngiliz çakısıyla, bir Alman ça­kısı arasındaki farkı bilmeyen insan var mıdır?" 

Tarih'in on sene sonra tekerrürüne şahit olmak, on sene önce II. Abdülhamid'e yönel­tilmiş tenkitlerin muhatabı olarak bu defa itti-hadçıları görmek gerçekten de şaşırtıcıdır. Daha önce Padişah'ın işlediği cürmün bu defa ki sahibi dünkü ithamcılar, yâni ittihadçılar ol­muşlar ve "Devlet-i Osmaniye'yi birkaç defa inkırazdan, mukasemeden kurtarmış olan İn­giltere'ye karşı silâh  çekmek budalalığında" 

bulunmuşlardı. Buna rağmen ümid yine yakınlardaydı. Osmanlı Hükümetine daima hakkı ve adaleti, merhameti ve şefkati ve kanun dairesinde meşaıtî bir hayat tarzını tel­kin ve tavsiye hususunda ısrarla sebat eden ve yegâne dostumuz olan İngiltere bu gün de bizi bu kötü vaziyetten kurtaracak yegane halaskarımız olabilirdi.) Çünkü İngiltere hükûmet-i muazzaması ötedenberi Âlem-Î İslâm'ın ve Türklerin hayırhahıydı ve en müş-kil zamanlarda onların imdadına yetiştiği malûm olmuştu. 

Netice itibariyle denebilir ki İngilizpe-restlik, devletin kendi imkânlarıyla ayakta tu­tulamayacağına dair ümitsizlikle aynı anda doğmuş yeni bir ümitti. Bu ümidin millî ve milletlerarası siyasî gerçeklerden doğduğu, yâni bir mazisi olduğu açıktır. Ancak hâdiselerin, bir taraftan ümidsizliği artırırken, diğer taraftan da bu yeni ümidin, İngilizperest­liğin gerçeklerle ilişiğini kestiği bir başka ger­çektir. Halk tabiriyle Moskof tazyiki altında bunalan neslin, pek fazla düşünme imkânı ve fırsatı bulamadan, bir müddet sonra îngilizpe-restliği sadece dış değil, aynı zamanda iç me­selelerin de küllî hâl çaresi olarak görmesi, halkdaki muskacı zihniyetin aydınlar seviye­sinde tezahürü olarak düşünülebilir. Kısaca fikrin veya tefekkürün değil, hissiyatın seme­resi olan bir reçete bahis mevzuudur. Bu reçe­tenin câzib yankısına rağmen tatbik kabiliyeti olmadığını iktidarda bulunanlar, meselâ II. Abdülhamid ve 1908 sonrasında ittihadçılar acı bir şekilde öğrendiler ama muhalif mevkiinde bulunan aydınlar nazarında İngilizperestlik hep kıymeti bilinemeyen bir hâl çaresi olarak kaldı. İngilizperestlik son iki asırlık tarihimiz­de zayıf bir devletin güçlü komşularınızdan bi­rinden ödünç alabileceği zehabında bulundu­ğu kurtuluş reçetelerinden birincisinin adıydı. Boynumuzu teslim edebileceğimiz bir ip veya elden gelen öğündü.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005