Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Türkiye'nin Ekonomik Modernizasyonu Üzerine Genel Bir Değerlendirme 

Prof. Dr. Sabri Orman 

I. Giriş 

Cumhuriyetin 75- Yılında genel bir mu­hasebesi yapılabilecek konuların en önemlile­rinden bir tanesi de hiç şüphesiz Türkiye'nin günümüze kadarki ekonomik modernizasyon tecrübesidir. Burada ekonomik modernizas­yon terimiyle anlatılmak istenen şey, aslında, çok daha yaygın bir kullanıma sahip olan ikti­sadi kalkınma terimiyle anlatılmak istenen şey­lerden çok farklı değildir. Buna rağmen çalış­mamızın başlığında ikincisi yerine birincisini kullanmamızın amacı, Türkiye'de geleneksel olarak iktisadi kalkınma meselesinin, daha ge­niş bir modernizasyon projesinin parçası ola­rak ele alınagelmiş olması gerçeğine telmihte bulunmaktır. Konunun bu şekilde formüle edilmesi, ayrıca, onu ait olduğu tarihi bağlam içinde görmeyi sağlaması açısından daha sağ­lıklı bir değerlendirmeyi de mümkün kılacak­tır, 

iktisadi kalkınmanın modernizasyon hadisesiyle irtibatlı oluşu aslında Türkiye ile sı­nırlı bir durum değildir. İlk modernizasyon ha­reketlerinin tarihi adresi olan ve halen de modernitenin asıl beşiği olan Batı Avrupa ve Ku­zey Amerikalı toplumlann tecrübesinde de iki­si arasında telakkiye göre tek veya çift yönlü sebep-sonuç ilişkisi veya hatta özdeşlik ilişkisi olagelmiştir. Türkçe'ye duruma göre çağdaş­laşma veya çağdaşlaştırma olarak tercüme edi­lecek olan modernizasyon kelimesi, genel ola­rak bu toplumların modern denen çağlar bo­yunca geçirdikleri çok yönlü ve derin transfor­masyonu anlatmak için 19. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanan bir .terim olmuştur. Ko­nuyla ilgili çeşitli ve değişik teorilere göre Rö­nesans, Reform, Bilimsel Devrim, İngiltere ile Amerika ve Fransa'daki demokratik devrimler, Aydınlanma Felsefesi ve Endüstriyel Devrim gibi çeşitli faktörlerden birinin, birkaçının veya hepsinin bir bileşkesi olarak ortaya çıkmış olan bu dönüşümün herhalde tartışmaya en az açık tarafı Endüstri devrimiyle olan ilişkisidir. Öyle ki modernizasyonu, toplumlann modern tek­noloji marifetiyle dönüştürülmesi sürecinin adı olarak tanımlayan teorisyenler vardır. Söyle­meye gerek yoktur ki modern teknolojinin üretim sürecine uygulanmasının amacı ve ço­ğu kere sonucu, Endüstri devriminden beri, kitlesel üretim ve oradan giderek iktisadi kal­kınma ve büyüme olmuştur. 

Modernizasyonun Batılı toplumların ta­rihi deneyiminde endüstrileşme hadisesi ile olan bu akrabalığı, onun bazen endüstrileşme veya sanayileşme gibi, bazen de tarihi olarak ilk sanayileşmenin Kapitalist bir çerçevede gerçekleşmiş olması olgusundan hareketle Ka-pitalistleşme gibi görülmesine yol açabilmiştir. Yirminci yüzyılın ikinci on yılının sonları ile sondan ikinci on yılının sonları arasında çok sayıda ve değişik ölçeklerde Sosyalist moder­nizasyon deneylerinin yaşanmış olması, ikinci izlenimin doğru otafadığını teyid eder nitelikte ise de söz konusu deneylerin bilinen başarısız­lıkları sonucunda Sosyalist toplumlann içine girdiği piyasa ekonomisine geçiş süreçlerinin nereye varacağının henüz kesinlik kazanma­mış olması, ihtiyatlı olmayı gerektiriyor. Birinci izlenimin olgusal dayanaklarının durumu hakkında sağlıklı bir yargıya varabilmek için ise galiba modern, post-modern ve post-endüstri-yel toplumlar konusundaki tartışmaların biraz daha netleşmesini beklemek gerekecektir. 

Birinci ve İkinci Dünya savaşlarından sonra bağımsızlıklarını elde eden yeni devlet­lerin modernizasyon tecrübeleri ise Kapitalist ve Sosyalist sistemlerin milliyetçi ve anti-em-peryalist ideolojilerle oluşturduğu rengarenk bir melezlik manzarası arz eder. Bu tür ülkeler­de modernizasyon fiilen Batılılaşma şeklinde yürüyordu, denebilir. Bunun lafzen ifade edil­diği örnekler de yok değildi. Ancak büyük kıs­mı bağımsızlıklarını Batıya karşı verilmiş şu ya da bu şekildeki mücadelelerle elde etmiş olan bu toplumların, toplumsal ve ekonomik kal­kınmalarını Batılılaşma şeklinde formüle etme­leri ve uygulamaları, dramatik ve paradoksal bir durum ortaya çıkarıyordu. Onlar adeta Ba­tıya rağmen veya Batıya karşı Batılılaşıyorlardı. Böylece, Batılı olmayan toplumlann deneyi­minde, modernizasyon teriminin anlam ve çağrışım dünyasına sanayileşme, kalkınma ve Kapitalistleşme anlamlarından sonra Batılılaş­ma anlamı da girmiş oluyordu.

Daha genel anlamda siyasi, sosyal ve ekonomik konularda eskiye karşı yeni, gelene­ğe karşı değişme taraftarlığı olarak özetlenebi­lecek olan ve son tahlilde öyle ya da böyle son zamanların hakim uygarlığı olarak Batının tari­hi tecrübesiyle ilişkili olan modernizasyonun burada bizi ilgilendiren yanı, Türkiye'nin eko­nomik kalkınma çabalanyla ilgili tarafıdır. Yal­nız hemen belirtelim ki elinizdeki yazı için ge­çerli olan zaman tahditleri sebebiyle burada bu konunun uzun ve aynntılı bir incelemesine gi­remeyecek ve konuya ancak bir genel değer­lendirme yapmayı mümkün kılacak bir mesa­feden bakabileceğiz. Böyle olunca, daha yakın mesafelerden bakıldığında görüş alanı içinde yer alabilecek çok şey ihmale uğrayacak de­mektir. Ayrıca, belirtelim ki, bu değerlendirme dahi daha çok ekonomik modernizasyon programının kendi mantığına dayalı bir içsel değerlendirme olacaktır. 

II. Türkiye'nin Ekonomik Modernizasyon Tecrübesinin Kısa Bir Tarihçesi 

Daha Kanuni Sultan Süleyman zama­nından itibaren Osmanlı Devletinde bazı zaaf­ların baş gösterdiği ve tedbir alınması gerekti­ği en üst düzeyde fark edilir ve telaffuz edilir olmuştu. Nitekim, sadrazamlık da yapmış olan Lütfü Paşa Asa/name adlı ünlü eserinde diğer hususlann yanı sıra Osmanlı maliyesinin bazı problemli taraflarına işaret etmiş ve tedbir alın­masını istemişti. Asafname'yi daha sonraki za­manlarda re'sen veya talep üzerine başka Os­manlı entelektüel ve bürokratları tarafından yazılan çok sayıda benzer eser takip etmiştir. Öyle ki bu konularda yazmak adeta bir gele­nek halini almış ve neticede Layiha adı altında toplanabilecek bir literatür çeşidi ortaya çık­mıştır. 

Layihalar sadece problemleri teşhis et­mekle kalmıyor, tedavi reçeteleri de öneriyor­du. On sekizinci yüzyılın sonlarına kadar yazı­lan layihaların ortak özelliği, bozulmanın sebe­bi olarak Osmanlı Devletinin kuruluş aşama­sındaki ilke ve uygulamalardan zamanla uzak-laşılmış olmasını görmeleri ve çareyi Kanun-i Kadim olarak ifade ettikleri bu ilke ve uygula­malara dönülmesinde bulmalarıydı. Başka bir ifadeyle, layihalar çareyi kadim geleneğe dön­mede görüyorlardı. Bunu anlamak zor değil­dir. Uzun zamandan beri neredeyse rakipsiz bir siyasi güç olarak yaşayagelmiş olan Os­manlılar, bunun verdiği aşın güven duygusuy­la, karşılaştıkları problemlerin kendileri dışın­daki yerlerle de bir ilgisi olabileceğini düşün­mek ihtiyacını pek hissetmemiş olmalılar. An­cak problemlerin kronik hale gelmesi ve özel­likle savaş alanlarındaki acı tecrübelerin tesa­düfi olmaktan çıkıp sistematik hale gelmesi, zaman içinde, onlara etraflarında olup-biten-lerle askeri ve siyasi motifler dışında da ilgilen­meleri gerektiğini gösterdi. III. Selim zamanın­dan itibaren yazılan layihalar ve sefaretname-ler bir perspektif değişikliğinin yazı alanındaki yansımalarını teşkil eder. Doğal olarak, bu yeni perspektifin odak noktasında Avrupa veya Batı yer alıyordu. Artık, öneriler arasında sade­ce Kanun-i Kadime dönüş yok, adı geçen yer­lerde olup-bitenlerin örnek alınması da vardı. Böylece Osmanlının, kısmi bir modernizasyon sürecine girmeye başladığı söylenebilir. Bu sü­recin olgular ve olaylar bazındaki yansımaları ise, kabaca ifade edilirse, Nizam-ı Cedid, Tan­zimat, Islahat ve Meşrutiyet gibi gelişmelerde kendini göstermiştir. 

Osmanlının modernizasyon tecrübesi kısmi de olsa son derecepnemli ve dikkate de­ğer bir hadisedir. Bir kere, bu yöndeki en eski deneylerden biridir. Bu açıdan Japonya ve Hindistan gibi yerlerde yaşanan benzeri de­neylerle karşılaştırma bakımından paha biçil­mez imkanlar içerir. Gerçi Batılılaşma anlamıy­la alındığında Amerika, Avustralya ve Yeni Ze­landa'nın, bu süreci çok daha önce yaşadıklan söylenebilir. Ancak, onlardaki fark bundan ibaret değildir. Onlar sadece zihni ve kurumsal olarak değil, demografik olarak da Batılılaş­mışlardır. Belki, ironik bir şekilde, işgal edip yerleşme anlamında Batının Amerikalılaştığı, Avustralyalılaştığı ya da Yeni Zelandalılaştığı da söylenebilir. Fakat, Osmanlının moderni­zasyon deneyinin asıl önemli tarafı, gerek uy­gulamaları gerekse yol açtığı zengin teorik tar­tışmalar itibariyle, Türkiye dahil onun etki ala­nı içinde yer almış olan sonraki dönemlerin bağımsız devletlerinin benzer tecrübelerinin ilk tohumlarım taşıyor olması ve daha iyi anla-şılmalannda anahtar rolü görebilecek olması­dır. 

Osmanlı modernizasyonunun kısmi ol­ması özelliğine karşılık, Cumhuriyet Dönemi Türkiye'sinin aynı yöndeki çabası, topyekun bir modernizasyon projesi haline dönüşmüş­tür. Denebilir ki bu çerçevede göz önüne alı­nabilecek başka hiçbir örnek, onunkiyle karşı­laştırılabilecek bir radikallik ve kapsamlılığa ulaşabilmiş değildir. Bu özelliğiyle Türkiye'nin modernizasyon projesi, başka türlü ifade edi­lirse, aslında bir uygarlık değişimi projesi nite­liğini almıştır. 

Tabii ki bizi burada ilgilendiren, proje­nin tamamı değil, ekonomik kalkınmayla ilgili yanıdır. Yukarıdaki kadarıyla onunla ilgilen­miş olmamızın nedeni, konumuzu, çok genel hatlanyla da olsa, tarihi ve teorik bağlamı için­de görebilme imkanını elde edebilmektir. Ge­nel modernizasyon projesinin bir parçası ola­rak ekonomik modernizasyon, esas itibariyle, geliştirilen ve uygulanmaya çalışılan iktisat po­litikaları vasıtasıyla gerçekleştirilmeye çalışıl­mıştır. Bu politikaların tarihi gelişmesini çok genel hatlanyla aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür. 

1923'teki izmir iktisat Kongresini takip eden on yıl boyunca, ülkenin ekonomik kal­kınması konusunda, genellikle özel sektörü ön planda tutmaya çalışan bir politik tercihin ge­çerli olduğu söylenebilir. 1930'ların başlann-dan itibaren, gerek özel teşebbüsten beklenen performansın elde edilememiş olması gibi iç nedenlerle, gerekse dünyadaki siyasi konjonk­türün bilinen ekonomik, siyasi ve ideolojik ge­lişmelerden dolayı devletçilik istikametinde bir yörüngeye yerleşmeye başlaması gibi dış ne­denlerle, Türkiye'nin iktisat politikalannda da bu son yönelişe paralel bir değişme görülmeye başlar. Devletçilik yönündeki iktisat politikası değişimi, 1933'te Birinci Beş Yıllık Sanayi Pla­nının kabul edilmesi ve uygulamaya sokulma­sıyla zirveye ulaşır ve kristalleşir. Beş yıllık sa­nayi planlarının birincisini ikincisi takip eder, ancak araya 2. Dünya Savaşı'nın girmesi sebe­biyle tam olarak uygulanma imkanı kalmaz. Savaş halleri olağandışı hallerdir ve eğer söz konusu olan bir Dünya savaşı ise bu daha da böyledir. Türkiye savaşa fiilen katılmamakla beraber bu durumun fazla değişmediğini söy­lemek mümkündür.

Cumhuriyet dönemi Türkiye iktisat tari­hinin yukarıda özetlenen evresi, yeni ekono­mik modernizasyon programının ilk hayata ge-' çiriliş safhasına tekabül etmesi itibariyle son derece öğreticidir. Türkiye'nin ekonomik mo­dernizasyonunu karakterize eden bir çok ku­rumun, bu arada daha sonra KİT diye bilinen iktisadi devlet teşekküllerinin önemli bir kısmının temeli bu dönemde atılmıştır. Daha son­raları pek rastlanmayan dış ödemeler denkliği ve denk bütçe gibi -sürekli olmayan- bazı nicel başarılar da bu dönemin özellikleri arasında yer alır. 

Savaş sonrası ile 1960, belki de 1963 arasını, bu arada gerçekleşen çok önemli siya­si değişmelere rağmen göreli bir liberalleşme dönemi olarak görmek pek yanlış olmaz. 1963'ten itibaren ise ikinci bir planlama döne­mi başlar. Yalnız, yeni planlama döneminin daha öncekinden önemli bir farkı vardır. Plan­lar yine beş yıllık olmakla beraber, artık sade­ce sanayi ile sınırlı olmayıp, iktisadi hayatın ta­mamım, hatta bir ölçüde sosyal hayatı da kav­rayan genel iktisadi planlar halini almıştır. Gü­nümüzde planlama hukuki bir kurum olarak varlığını hala sürdürmektedir. Ancak 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan yeni ekonomik po­litika dönemiyle birlikte, o zamana kadarki önemini göreli olarak yitirdiği söylenebilir. 1980, Türkiye'nin iktisadi politika tarihinde bir dönemeç olarak kabul edilebilir. O zamana kadar neredeyse tavizsiz olarak uygulanagel-miş olan ithal ikameci politikalardan ve onların teşvik ve himaye ettiği dışa kapalı bir ekono­mik yapıdan, dışarıya daha açık bir ekonomik yapıya ve bunu destekleyen ihracat ağırlıklı ik­tisat politikalarına doğru bir politik tercihin or­taya çıktığı tarihtir, 1980. 

Görüldüğü gibi, Türkiye'nin 1923'ten beriye olan iktisadi politika tarihi, her biri aşa-ğı-yukan on ila yirmi yıl süreli, ama düzenli bir kronolojik sırayı takip eden dönemler halinde, göreli bir liberallikle daha bariz olan bir devlet­çilik arasında gidip-gelen mütereddit bir man­zara arz etmektedir. Neredeyse tıpatıp benzer bir manzara arz eden siyasi istikrarsızlık sarka-cıyla birlikte düşünüldüğünde, bunun daha derin bir istikrarsızlığın arazı olup olmadığı, üzerinde ciddi bir şekilde durulmaya değer bir husus halini alır.

III. Genel Bir Değerlendirme 

Bu noktada, buraya kadar kronolojik bir özetini vermeye çalıştığımız Türkiye'nin ekonomik modernizasyon çabasının ve onun ha­yata geçiriliş araçlan olarak iktisat politikalan-nın genel bir değerlendirmesini yapmaya çalı­şabiliriz. Yalnız hemen belirtelim ki bu, krono­lojiyi adım-adım izleyen bir değerlendirme ol­mayacaktır. Aksine, daha çok, 75 yıllık çabalar neticesinde geldiğimiz yerden bakarak duru­mu değerlendirmeye çalışacağız. Değerlendir­me kriterlerimiz standart modern iktisat kitap­larında iktisat politikalarının temel amaçları olarak kabul edilen hususlar olacaktır. Bunlar, ana hatlanyla makul bir iktisadi büyüme hızı, tam istihdam, ekonomik istikrar ve adil bir ge­lir bölüşümü şeklinde özetlenebilir. Yalmz, şu­nu da ilave edelim ki sözü geçen kriterlerle ya­pacağımız değerlendirme, bu yazntn yapısı se­bebiyle, daha çok kalitatif bir genel değerlen­dirme niteliğinde olacaktır. 

Bu dönemde iktisadi büyüme açısından hatırı sayılır bir gelişme sağlandığı söylenebilir. Milli gelir ile ilgili göstergeler bunu destekler niteliktedir. Ekonominin bir bütün olarak bü­yümesinin yanı sıra, yapısında da adeta üç sek­tör teorisine uygun önemli değişiklikler olmuş­tur. Yalnız, değerlendirmeyi sadece sonuçlara bakarak yapmak yeterince anlamlı değildir. Sonuçları, onları elde etmek için katlanılan maliyetlerle birlikte düşünmek gerekir. Bu uğurda harcanan kaynaklar ve zaman, uzun süre hayli kapalı bir ekonomi içinde yaşamak sebebiyle toplumun mal ve hizmetlerin fiyat ve kalitesi cinsinden ve hayat kalitesiyle ilgili di­ğer hususlar cinsinden katlandığı maliyetlerle birlikte düşünüldüğünde ve hele bunlar aynı konularda daha başarılı olabilmiş ülkelerin ör­neğiyle karşılaştırdığında, Türkiye'nin ulaşa­bildiği ekonomik performansın hayli mütevazı olduğu görülür. Sözünü etmekte olduğumuz konu açısından Türkiye, mevcut devletler liste­sinin ortalarında bir yerde yer aldığından, tabii ki listenin daha alt bölümlerinde yer alan ülke­lerle de karşılaştırılabilir ve göreli olarak çok daha olumlu şeyler söylenebilir. Ancak tarihi tecrübesi, coğrafi konumu, tabii ve beşeri kay­naklan göz önüne alındığında, Türkiye'nin, lis­tenin üst kısmında yer alan ülkelerle karşılaştı-rılması daha gerçekçi olur. 

Türkiye'nin ekonomik performansı tam istihdam, ekonomik istikrar ve gelirin adil bö­lüşülmesi kriterleri açısından değerlendirildi­ğinde hiç de iç açıcı nitelikte değildir. 1960'lı yıllardan itibaren yurtdışı istihdam imkanlan-nm artışının hafifletici etkisine rağmen ülke nüfusunun neredeyse beşte-biri işsizlik tehli­kesiyle karşı-karşıyadır. Bu, son derece vahim bir durumdur, zira işsizlik modern insanın ba­şına gelebilecek en büyük felakettir. Eğer du­rumu hafifletici resmi veya gayri resmi meka­nizmalar devrede değilsç, işsiz insan için kıya­met kopmuş demektir. ve eğer işsizlerin nüfus içindeki oranı makul sınırlan aşmışsa ve uzun süre gerekli önlemler de alınamazsa, benzer bir kıyameti ilgili toplumlar için de beklemek gerekir. İşsizlik, ekonomik olarak başlayan, ancak buna zamanla eklemlenen psikolojik, sosyo-psikolojik, siyasi ve sosyal unsurlarla gittikçe vahimleşen son derece hassas ve çok yönlü bir problemdir. Onun için hiçbir toplum, gerek insani sebeplerle gerekse güvenlik se­bepleriyle, böyle bir probleme lakayt kalamaz. 

iktisadi istikrar açısından da Türkiye ekonomisinin başarılı bir performans sergiledi­ği söylenemez. Göreli bir liberalizm ile daha bariz ve sürekli bir devletçilik arasındaki gel­git hareketlerine daha önce işaret etmiştik. Bu­rada eklememiz gerekiyor ki anılan gel-git ha­reketlerinin kendi içlerinde dahi yeterli bir is­tikrar oluşamamıştır. Aslında ekonomilerde sü­rekli istikrar diye bir şeyden söz etmek müm­kün değildir. Nitekim, hayli oturmuş modern ekonomilerde bile iktisadi dalgalanmalar ola­rak bilinen hareketler hep olagelmiştir. Onun için burada dikkat çekilmek istenen şey, daha çok adı geçen dalgalanmalar çerçevesinde ma­kul ve taşınabilir nitelikte görülen nisbi bir is­tikrardır. Başka türlü ifade edilirse buna fiyat­lar genel seviyesinin istikrarı da denebilir. Bu açıdanbakıldığında Türkiye ekonomisinin çok uzun bir zamandan beri, ama özellikle 1970'le-rin başlarından itibaren enflasyonist anlamda bir kronik istikrarsızlık hali yaşadığı görülür. Bazen üç ama çoğunlukla çift rakamlarda sey­reden bu enflasyonist ortam, işsizlikle, mukayese edilebilir vehamette bir iktisadi felakettir, iktisadi, sosyal, kültürel, psiko-sosyal, ahlaki ve hatta siyasi tahribatı öncekinden daha az değildir. Özellikle kaçınılmaz olarak yol açtığı belirsizlik ve güvensizlik nedeniyle tahminde bulunmayı, hesap ve plan yapmayı güçleştir­mesi ve buradan giderek enflasyonun uzun va­deli en önemli çaresi olan yatıranların yapıl­masını zorlaştırması gibi bir açmaza dikkat çekmek yerinde olur. 

Gelirin adil bir şekilde bölüşülmesi, top­lumsal düzeyde herkese maliyetler yükleyen bir süreç olan iktisadi gelişmenin nimetlerinin, bu oyuna katılan ve haklı gerekçeler nedeniy­le katılamayanlar arasında (en azından moral açıdan) tatminkar bir şekilde dağıtılması anla­mına gelir. Gelir dağılımının bozuk olması, çok ciddi ve çok boyutlu sosyal rahatsızlıkların kaynağı olabileceği gibi, ekonomik motivasyo­nu azaltması sebebiyle bizzat dağıtılabilecek hasılanın miktarı üzerinde de olumsuz yönde etkili olabilir. Maalesef, gelir bölüşümü adale­tinin gerek dikey gerekse yatay boyutu bakı­mından ekonomimizin basan notunun çok yüksek olduğu söylenemez. Kısacası, iktisadi hayatta sağlıklı bir nimet-külfet dengesi kuru­lamamıştır. 

IV. Sonuç Yerine 

Görüldüğü gibi, Türkiye, ekonomik kal­kınmasını gerçekleştirmek yolunda hayli çaba sarf etmiş olmasına rağmen ulaşılan nokta tat­minkar olmaktan uzaktır. Bu amaca tahsis edi­len ekonomik kaynakların kalitesi ve kantitesi değişik değerlendirmelere konu olabilir ve ol­muştur; ancak yine de genel bir ifadeyle hatırı sayılır ölçüde olduğuna şüphe yoktur. Nere­deyse üç kuşağın, hayat kalitesi cinsinden öde­diği maliyetler de hayli yüksektir. Diğer taraf­tan, kuşbakışı bir özetini verdiğimiz iktisat po­litikalarının görünen vitrininde de çok büyük bir eksiklik göze çarpmıyor. Gerçi, çeşitli nok­talardan bakarak, alternatif iktisat politikası setleri konusunda farklı değerlendirmeler ya­pılabilir. Fakat, bütün manüki imkanlarıyla uygulanabildikleri takürde. her bir alternatifin va-ad ettiği bir asgari başarı seviyesinin olduğuna şüphe yoktur ve teorik olarak aynı şey Türki­ye'de uygulanan mütekabilleri için de geçerli­dir. Ancak pratikte, Türkiye'deki iktisat politi-kalannın, onları tasarlayanların da beklentileri­nin altında bir basan sağladığı söylenebilir. O halde bu iktisadi performans düşüklüğünün nedenleri ne olabilir? 

Yukarıdaki sorunun düzenleniş tarzının da ima ettiği gibi problemin tek bir nedeni ve açıklaması olduğunu düşünmüyoruz. Ancak biz burada daha çok, ihmal edildiğini düşün­düğümüz bir neden üzerinde duracağız. Öyle görünüyor ki, Türkiye'nin ekonomik kalkınma çabasının en önemli zaaflanndan biri, kendi başına ve kendi haürına bir hedef olmaktan çok, hayli geniş ve radikal bir modernizasyon projesinin bir alt programı olarak ortaya kon­ması ve gerçekleştirilmeye çalışılmış olmasıdır. Böylece hemen-hemen her modernizasyon hareketinin kaderi olan ve belki de daha deği­şik bir bağlamda karşılaşmayabileceği bir top­lumsal direnişle karşılaşmıştır. Halbuki iktisadi kalkınma çabaları için, direnişle karşılaşmak bir yana, toplumun olabildiği kadar büyük bir kesiminin desteğini almak, başarı için hayati bir önem taşır. Başka türlü ifade edilirse, top­lumu iktisadi kalkınma oyununa katılmaya ik­na etmeden, yani, öyle ya da böyle, gerekli kalkınma motivasyonunu sağlamadan hedefle­nen başanya ulaşmak zordur. Tartışmakta'ol­duğumuz ekonomik kalkınma çabasının da böyle bir handikapla karşılaştığı anlaşılıyor. 

Batı Avrupalı toplumların geçirdikleri modernizasyon tecrübeleri spontane, tedrici ve alttan gelen hareketler halinde geliştikleri halde azımsanamayacak bir toplumsal direniş­le karşılaşmışlardı. On sekizinci yüzyılın sonla­rı ile on dokuzuncu yüzyıl boyunca yaşanan alt-üst oluşlar buna tanıklık eder. Yukarıdan gelen ve daha kısa bir zamana sığdırılmaya ça­lışılan bir modernizasyon hareketinin de ben­zer bir muhalefetle karşılaşması anlaşılır bir husustur. Ayrıca, Türkiye'deki modernizasyon hareketlerinin göreli olarak önemli bir zaafı, tarihteki süreklilik ve değişme dengesini yete­rince kollayamaması idi. Denebilir ki, değişme tarafı aşırı bir şekilde zorlanmış ve sürekliliğin hatırı yeterince kollanamamıştır. Halbuki tarih, bu ikisi arasındaki hassas bir etkileşim dengesi üzerinde yürüyüşünü sürdürür. Benzer bir za­af, sosyal realitelerin yeterince takdir edilme­mesinde kendini gösterir. Bunun zamanla da­ha belirginleşen bir sonucu, resmi sektörde ve tavanda olup-bitenlerin bir kısmında kendini bulamayan toplumun önemli bir kısmının, kendisiyle devlet arasına bir mesafe koyması ve bunu sürdürmesidir. Bu tür zaaflarla malul hamleler nedeniyle Türkiye, daha problemsiz bir değişme şansım önemli ölçüde zora sok­muştur, denebilir. Bu genel tahlil, halen top­lumla devlet veya resmi sektörle sivil sektör arasında yaşanmaya devam eden bazı prob­lemlerin anlaşılmasında da yardımcı olabilir. 

Buraya kadar söylenenlerin iktisadi mo­dernizasyon alanına tercüme edilmesine yar­dımcı olabilmek için iki örnek vereceğiz. Dev­letin, tarımı desteklemek ve teşvik etmek için çeşitli yollar denediği bilinir. Bu yollardan bir tanesi de, çoğu kere negatife dönüşen, düşük oranlı faizlerle kredi temin etmektir. Harika değil mi? Negatif faizle kim kredi almak iste­mez? Ancak durum hiç de öyle değildir. Ço­cukluğu köyde geçen ve hala irtibatı devam eden birisi olarak gayet iyi biliyorum ki, en azından benim yöremde, hem de şiddetle kre­diye ihtiyaçları olduğu halde, uzun süre, hiçbir köylü kredi almak cihetine gitmemiştir. Çün­kü, beğenilsin-beğenilmesin, doğru bulunsun ya da bulunmasın, onlann inançlarına göre fa­iz haramdı ve dünyalannı imar etmek için ahi-retlerini harab etmeye gerek yoktu. Yine en azından benim yaşadığım yöreyle sınırlı olarak diyebilirim ki, traktörün tarıma girmesi, yani iktisadi kalkınma politikalarının önemli bir he­defi olan tarımın makineleşmesi, köylülerin kendi imkanlarıyla traktör alabildiği zamana kadar gecikmiştir. Şimdi bu teşvik aletinin han­gi mantığa ve amaca hizmet ettiği pekala soru­labilir. Neredeyse sıfır ve bazen negatif faizle sağlanan ve yarısına kadar bir kısmı geri dönmeyen bu kredileri, belki de ekonomik mali­yeti daha düşük olan faizsiz krediler şeklinde sağlamak mümkünken, ısrarla gerçekte olma­yan bir faiz etiketi altında sunmanın, ülkenin hangi ekonomik çıkarına hizmet ettiği açıklan-maya muhtaç bir husustur. Bu olumsuz örneğe karşılık, yine aynı yöreden olumlu bir örnek verilebilir. Biraz yukarıda, köylülerin, ancak kendi ekonomik durumları elverişli hale geldi­ği zaman traktör almaya başladıkları ifade edil­mişti. Yine kendi gözlemlerime dayanarak di­yebilirim ki, köylüleri traktör alabilecek eko­nomik duruma getiren faktörlerin başında, be­nim çocukluk yıllarımdan itibaren peyderpey yapılmaya başlanan köy yolları geliyordu, ihti­yaçlarından fazla bile üretseler pazara taşıyıp satma imkanları olmayan köylülerimizin, üreti­mi arttırmaları için daha önceleri makul bir se­bep yoktu. Köy yollarının yapımıyla bu engel ortadan kalktığından, önce mevcut imkanlarıyla üretimlerini arttırmalannı, daha sonra da el­de ettikleri birikimlerle traktör ve üretim arttırı­cı diğer yollara yöneldiklerini görmek benim için hayli öğretici bir deney olmuştur. Son bir nokta, faizli krediye ihtiyaçları varken dahi di­renen köylüler, traktöre direnmek şöyle dur­sun, onu mümkün olan ilk fırsatta alabilmek için imkanlannı zorlamış, bunun yetmediği durumlarda ise ortaklık yoluna gitmişlerdi. 

Sözlerimizi şöyle bağlayalım: Günümü­ze kadar geçen süre içinde gerek özel olarak ekonomik modernizasyon, gerekse genel ola­rak modernleş(tir)me denemeleri konusunda teorik planda ve uygulamada daha önceleriyle mukayese edilemeyecek kadar donanımlı hale gelmiş bulunuyoruz. Bu donanımı kullanarak şimdiye kadarki tecrübelerimiz üzerinde daha soğukkanlı bir şekilde düşünmek zamanı gel­miştir.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005