Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğunda Ekonomik Yapı ve Dış Ticaret 

Ekonomik Yapı 

19. yüzyıl, yalnızca Osmanlı’da değil, dünya çapında büyük değişimlere şahit olmuştur. Özellikle sanayi devrimi, teknolojiyle birlikte çok hızlı toplumsal dönüşümlere yol açmıştır. Üretim eskilere nazaran bir hayli artmış, artı değer üretiminin neticesi olarak da tüketim alışkanlıkları değişmeye başlamıştır. Söz konusu dönemde Amerika Birleşik Devletleri ve batı toplumlarında meydana gelen bu gelişmeler, bu toplumların günümüzde bile devam eden hegemonyalarına yol açmıştır. Hiç kuşkusuz bu gelişmeler aslında siyasi/ekonomik ideolojilerle iç içe yaşanmıştır. 

Wallerstein’ın ifadesine göre, dünyada 19. yüzyılda üç büyük siyasi ideoloji -muhafazakarlık, liberalizm ve sosyalizm- ortaya çıktı. Muhafazakar ideoloji, modernliğin gelişine bir tepki olması ve kendisini, durumu tamamen tersine çevirme ya da zararı sınırlama ve yaklaşmakta olan değişiklikleri mümkün olduğunca engelleme amaçlarından birisine adamıştır. Liberaller ilerlemenin kaçınılmaz olsa bile, biraz insan çabası olmadan, bir siyasi program olmadan gerçekleşemeyeceğine inanıyorlardı. Liberaller daima reformcu, yasallığı savunan ve bir ölçüde özgürlükçü olan liberal devletin, özgürlüğü garanti edebilecek tek devlet olduğunu iddia etmişlerdir. Katı liberallere göre devleti, ekonomik yaşamın dışında tutmak ve geneldeki rolünü en aza indirmek yaşamsal önem taşır: “Bırakın Yapsınlar!” (Laissez-faire) jandarma devlet doktrinidir. Aslında siyasi bir program ve dolayısıyla bir ideoloji olarak sosyalizmi liberalizmden özellikle ayıran nokta, ilerlemenin gerçekleştirilmesinin büyük bir yardımcı ele ihtiyaç duyduğu, bu olmaksızın çok yavaş bir süreç olacağı kanaatidir. 

Wallerstein’a göre, sol ideolojilerle sağ ideolojiler, aslında aynı temelden besleniyorlardı. Kimi zaman biraz farklı bir dille ifade etseler de, en azından başlıca altı programda ve dünya görüşünde hemfikirdiler: (1) Ulusların kendi kaderini   tayini   ilkesini   desteklemekteydiler;   (2)   tüm   devletlerin   ekonomik kalkınmasını savunuyorlardı; bununla tünelin ucundaki refah ve eşitlikle birlikte kentleşme, ticarileşme, proleterleşme ve sanayileşmeyi de kastetmekteydiler; (3) tüm insanlara eşit olarak uygulanan evrensel değerlerin varlığına ilişkin bir inancı dile getirmekteydiler; (4) teknolojik gelişmenin tek rasyonel temeli olarak (özellikle Newtoncu biçimdeki) bilimsel bilginin geçerliliğine olan güvenlerini dile getirmekteydiler; (5) insanın ilerlemesinin hem kaçınılmaz hem de arzu edilir olduğuna ve bu ilerlemenin gerçekleşmesi için güçlü, istikrarlı, merkezi devletlerin var olması gerektiğine inanmaktaydılar; (6) halk yönetimine -demokrasiye- inançlarını beyan ediyorlar, fakat demokrasiyi aslında akılcı reform uzmanlarının temel siyasi kararları almasına cevaz verilen bir durum olarak tanımlıyorlardı. 

Teknolojik ve endüstriyel süreçlerle iç içe gelişen kapitalist üretim biçimi kendine özgü bir sınıf yapısına sahiptir. Her şeyden önce tarihsel bir kategori olan işçi sınıfının ortaya çıkıp gelişmesinin kaynağında endüstri devrimi ve endüstrileşme süreçleri bulunur. Endüstri toplumları, (1) iş gücünün önemli bir çoğunluğunun ikincil ve üçüncül sektörlerde, başka bir deyişle sanayide ve hizmetlerde yoğunlaştığı, (2) geleneksel toplumların statik karakteri karşısında verimlilik artışına yönelik dinamik bir ilerleme düşüncesini içselleştirmiş bulunan, (3) teknolojik yeniliklerin artış oranının daha önce görülmediği derecede yüksek bir seyir izlediği toplumlar olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla kapitalist üretim biçimi de “manifaktür üretim” tarzı döneminden “makineli üretim” tarzı dönemine geçiş ile bağdaştırılabilir. 

Ya da merkantilizm sonrası yapılanma ile de açıklanabilir. Weber, merkantilizmi, dış ilişkilerde sermaye birikimi açısından devletin elini güçlendiren bir iktisadi politika olarak görmüştür. 15. ve 18. yüzyılların hakim iktisadi politikası merkantilizm, ticari kapitalizm ile ticaret burjuvazisinin sınıfsal gelişimini sağlama şeklindeki tarihi misyonunu yerine getirerek, 19. yüzyılın başında tarih sahnesinden çekilmiş; merkantil politikalar ve sömürge sisteminin deniz aşırı ülkelerden sağladığı yararlar, Batı Avrupa ülkelerinde yoğun sermaye birikimine neden olmuş, bu da sanayileşmenin itici gücünü oluşturmuştur. Avrupalı tacirler aracılığıyla Afrika, Asya ve Amerika'daki ticaret üzerinde kurulan ticaret tekelleri döneminde, bir yandan sömürge ülkelerin zenginlikleri altın, gümüş ve değerli eşya şeklinde Avrupa'ya akarken; diğer yanda da meta-para ilişkileri gelişmeye başlamış, kapitalist üretimin gelişme ve yoğunlaşmasının başlangıcı da bu yolla gerçekleşmiştir. Sanayi devrimi bu safhada, tek tek Batı Avrupa ülkelerinde sanayi burjuvazisinin, kapitalist sistemdeki yeni ve gelişen, dolayısıyla -daha sonraki bir safhada- hakim sınıfı olacağının habercisi olmuştur. Denilebilir ki 18. yüzyılda yaşanan süreç, ticari sermaye ile sanayi sermayesi arasındaki ilişki ve çelişkilerin gelişme ve dönüşme sürecidir. 

Çelişkinin 1800'lü yılların başında çözümlenmesi, merkantil politikaların yerini, dünya ölçeğinde serbest dış ticareti öngören “laisser faire”nin alması biçiminde gerçekleşmiştir. Sanayi devrimini tamamlamış İngiltere ve Fransa'nın, bu iktisadi politikadan beklentileri, hammadde ve pazar sorununun çözümlenmesiydi. Çevre ülkelerinde hammadde ve pazar arayışı, bu soruna çözüm olmak bakımından, serbest ticaretin erdemlerinin de öne çıkarılarak sürdürüldüğü bir genel iktisat politikası şeklinde 19. yüzyıla damgasını vurmuştur. 

Yani Kazgan’ın da ifade ettiğine göre, liberal iktisadi düşünce, sanayi kapitalizminin bir doktrini şeklinde, ticari kapitalizmin iktisadi düşüncesi olan merkantilizme bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. 

Ergin’e göre 19. yüzyıl, Osmanlı’da, yönetimde değişiklikleri getirmiş ve İmparatorlukta anayasal hareketler baş göstermiş ve 1839’da Tanzimat Fermanı’ndan sonra 1876 Kanuni Esasi’nin kabulü, ikinci meşrutiyet gibi olgular batının İmparatorluk üzerindeki zorlayıcı etkileri ile tek adamlık ve mutlak yönetim ilkesinin terk edilmesine neden olmuştur. Ancak bir fakla, batıda siyasi değişimlerin, endüstri devriminin başlangıcı ve sanayileşme süreci içinde ortaya çıkan toplumsal hareketler sonucu olduğu ve sınıfsal bir mücadelenin sonucu olarak ortaya çıktığı halde, Osmanlı’da bu hareketlerin sınıfsal bir nitelikten yoksun olduğu görülmektedir. 

19. yüzyıl başlarında Osmanlı ekonomisi, geleneksel yapısını korumaktaydı. Yüzyıl başlarında da, geçen yüzyılda olduğu gibi himayeci politikalar egemen olmuştur. İç ve dış ticaret devletin gözetim ve denetimi altında sürdürülebilmiş; üretim ve tüketim de esnaf loncaları aracılığı ile denetlenmiştir. Ancak dış ticarette kaçakçılık büyük boyutlara ulaşmış, yasal yollarla yapılanlar da bilgi ve denetim yetersizliği neticesinde gerekli ilerlemeyi kaydedememiştir. Avrupa devletlerine tanınan ticaret kolaylıklarındaki denge 18. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı aleyhine bozulmuştu. 

Çadırcı’nın ifadesine göre, 19. yüzyılın ortalarına doğru klasik Osmanlı ekonomik zihniyeti de yavaş yavaş değişmeye, liberalizme doğru yol almaya başladı. Osmanlı İmparatorluğu’nun hemen her alanda, bu yüzyılda geçirdiği değişimin yönünü, büyük ölçüde uluslararası ekonomi belirlemiştir. Başta Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere dünya ekonomisi bu yüzyılda çok büyük bir ilerleme kaydetmiştir. Kol gücü yerine buhar gücünün kullanılmaya başlaması ve teknolojik ilerlemelerle üretimde büyük artışlar elde edilmiştir. Tarım ve hayvancılıkta da teknolojiden yararlanılmaya başlanmıştır 

19. yüzyıl batı dünyasına bakıldığında sanayi, tarım ve ulaşım alanlarında büyük ilerlemeler olduğu görülmektedir. Sanayide yeni makineler icat edilmiştir. Yeni tip matbaa makinelerinin icadı, giyim sanayisinde çığır açan dikiş makinesi, inşaat alanında demir, metal iskelet ve kiriş kullanılması, ağaç işleme sanayiinin gelişmesi, makine yapımının mekanik usullerle gerçekleşmesi, vs. Tarım alanında da tabii ve kimyasal gübrenin kullanılmasıyla birim alan üzerinde randıman yükselmiş, ekin, hasat ve harman gibi büyük tarımsal faaliyetlerde elverişli makineler icat edilmiştir. Ulaştırma alanında da demiryolları ve deniz nakliyatını mümkün kılan gelişmeler yaşanmıştır. 

Dünya ticareti bu yüzyılda reel fiyatlara göre 50 kat artarak büyük bir şekilde genişledi. Sınai verimlilikteki büyük artışlar, mamul malların fiyatlarını devamlı surette düşürdü ve yaygın bir fiyat deflasyonuna sebep oldu. Fiyat bakımından 19. yüzyıl bir deflasyon çağıydı. Fiyatlar genel olarak %50 oranında düştü. Sanayileşmemiş ülkelerde eşya fiyatlarının ve dış ticaret hadlerinin (ihraç/ithal fiyat oranı) düşmesi ve harici sermeye akımlarının kesilmesi ciddi mali istikrarsızlıklara yol açtı. 1880 yıllarına kadar Avrupa, Osmanlı topraklarında çok az yatırım yaptı. Yatırımların en büyük kısmı dış ticaretle meşgul olan işletmelerdeydi. Demiryolları için yapılan yatırımlar, yabancı sermayenin belki üçte ikisini teşkil ediyordu: %10 limanlara ve kamu servislerine vakfedildi. 1840 ile 1913 yılları arasında kişi başına Osmanlı ihracatı “kişi başına dünya ticareti ve kişi başına merkez-çevre ticaretinin” büyüme oranınkinden çok daha yavaş arttı. 1850’den sonra Osmanlı İmparatorluğunun ticaretinin gelişmesi, sanayileşmiş ülkelerin ve hatta tropik diye adlandırılan ülkelerinkinin bile gerisinde kaldı. 

Sanayi ve çalışma durumlarına bakıldığı takdirde, iş hayatını düzenleyen ve dengeleyen kuruluş olan loncalar, güçlü bir gelenek ve disiplini ifade etmekle beraber bir çeşit “tekel” anlamına da geldiği söylenebilir. İşçiler, ustalarla çalışıp, onların gösterdikleri şekilde iş yapmakla yükümlü bulunuyorlardı. Ustalık kolay elde edilmiyordu. Bundan ötürü üretme yöntem ve kurallarını değiştirmek ya da düşünmek olanaksızdı. Bu durumun, Osmanlı sanayisinin de yıllarca geleneksel yapısını korumasında önemli bir etken olduğu ifade edilmektedir. 

Engelhardt, endüstriyel üretim sürecine geçişi makine gücüne bağlayarak, bu ekonomik reformun Osmanlı’da eksikliğinden dolayı, kısa süre içinde el tezgahı üretimi iflas etmiş, yerine makineleşme getirilemediği için de ülke, batı kapitalizminin pençesine düşmüştür. Antlaşmalarla yabancılara tanınan ayrıcalıklar ve yüklü dış borç tutarları da ödenemez hale gelmiştir. 

19. yüzyıldaki Osmanlı ekonomisini kavrayabilmek için mali yapıya değinmek gerekmektedir. Osmanlı maliyesinde yenileşme çabaları, II. Mahmut zamanında görülmüş, Tanzimat sonrası uygulanacak yeni vergi için gerekli tahrir çalışmaları başlamıştır. Tanzimat dönemi (1839-1876) boyunca, mali idarede, bütçe ve mali hukuk alanında, devlet gelir ve giderlerinin tür ve niteliklerinde batı etkisinde düzenlemeler yapılmıştır. 1840’da da Meclis-i Muhasebe-i Maliye kurulmuştur.160 Bu kuruluş, vergilerin yeniden tespiti, tahsilinin sağlanması, anlaşmazlıkların önlenmesi amacıyla kurulmuştur. 

Güran’a göre, sağlam bir bürokratik temele sahip olan Osmanlı mali idaresinin Tanzimat’la birlikte kazandığı yeni eğilim ve arayışların en belirgin sonuçlarından birisi de, mali sistemin temelini oluşturan modern bir bütçe geleneğinin doğmasıdır. 

Bütçe kavramından tam olarak neyin kastedildiği konusunda farklı farklı görüşler mevcuttur. Ancak, Tanzimat dönemi mali yapıda da yoğun reformların yaşandığı bir dönem olduğu için Tanzimat’la birlikte bütçeler ilk kez hukuki bir metin niteliği arz etmiştir. 

19. yüzyıl bir önceki bölümde de değinildiği üzere, Osmanlı’da yoğun savaş ve isyanlar dönemidir. Dolayısıyla, ağır savaş ve isyanların mali yapıya getirdiği yük de göz ardı edilmemelidir. 1812 yılında Bükreş ve 1829 Edirne Antlaşması imzalanmasıyla sona eren savaşlar, Mısır valisi Mehmet Ali İsyanı sonucu Mısır’ın elden çıkması dolayısıyla yoksun kalınan gelir ve savaş yükü, 1853-1856 yıllarındaki Kırım Savaşı, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı gibi bir çok savaş ve isyan, Osmanlı maliyesine çok derin yükler getirmiştir. 

19. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı yönetimi, giderek daha da büyüyen savunma problemlerinin çözümlenmesinde yeni arayışlara girdi. Yeni ve modern bir ordu kurma gayretleri, merkezi hazinenin gelir ihtiyacını daha da arttırmıştır. Acil gelir ihtiyacını geleneksel mali yapıda çözmeye çalışan yönetim, müsadere, tağşiş, miri mubayaa ve ticari tekeller oluşturma gibi kısa dönemde merkezi hazineye bol gelir sağlayabilecek, uygulaması kolay mali kaynak yaratma yöntemlerine başvurdu. Ancak bu uygulamalar, uzun dönemde başta tarım olmak üzere, ticaret ve sanayi ile ilgili grupları olumsuz etkileyerek, üretim faaliyetlerinden büyük ölçüde koparmıştır. 

II. Mahmut döneminde, yeni altın ve gümüş paralar tedavüle çıkarılmıştır. Hazine kaynaklarının dönem içinde gittikçe yetersiz kalıp azalması nedeniyle de tedavüle çıkarılan paralar tağşiş edildi. Uygulama ile tüccar kesiminin, güveni sarsılmış; bu da enflasyonist bir etki yaratarak uzun dönemde sakıncalı olmuştur. 

Bu çerçevede, Tanzimat’la yeni bir teşkilatlanma ve yeni bir mali sistemi ülke düzeyinde uygulamak amaçlanmışsa da, ülkenin bazı uzak bölgelerinde bu yeni sistemin hemen yürürlüğe girmesi mümkün değildi. Tanzimat öncesinde, Osmanlılarda devlet işlerinin görüşüldüğü en üst kuruluş Divan-ı Hümayun idi. Divan, II. Mahmut döneminde kaldırılmıştır. Yerini, bakanlar kurulu sayılabilecek olan Meclis-i Vükela veya Meclis-i Has aldı. Aynı şekilde Divan üyeliklerini oluşturan birimlerin yerini, Meclis-i Vükela üyeleri olarak, Avrupa örneğine göre kurulan nezaretlerin başında bulunan nazırlar aldı. Hariciye Nezareti ve Dahiliye Nezareti gibi Maliye Nezareti de ilk kurulan nezaretler arasındadır. Tanzimat’ın ilk yıllarında 8 muhasebe ve 8 kalem olarak kurulan Maliye Nezareti teşkilatı, bazı küçük değişikliklerle devam etmiştir. Taşra mali idaresinde yapılan ilk ve önemli bir yenilik muhassıl denilen memurlukların kuruluşudur. 1840 yılı başlarında Tanzimat’ın uygulandığı tüm bölgelere muhassıl ünvanıyla yeni memurlar    gönderilmiştir.    Ancak    Şener’e    göre    muhassıllar    çok    başarılı olamamışlardır. İltizamın kaldırılmasıyla kazanç kapıları kapanan esnaf ve mültezimler ile vergi muafiyetlerinden memnun olmayan kimseler bu duruma yol açmışlardır. Bunun üzerine muhassıllık kaldırılarak, bunların yetki ve görevleri eyalet valilerinin yetkileri genişletilerek mülki idare amirlerine verilmiştir. Bunun üzerine, hesap işlerinin yürütülmesi için gereği kadar katip ve her eyalete bir muhasebeci tayin edilmiştir. Ancak 1864 sonrasında eyalet düzeninde yapılan reformlarla vilayetler sancaklara, sancaklar kazalara, kazalar nahiyelere, nahiyeler de köylere ayrılmıştır. Bunun sonucunda da muhasebecilikler kaldırılarak yerini defterdarlar almıştır. 

Tanzimat yöneticilerinin devlet gelirleriyle ilgili temel hedefi, ödeme gücünü dikkate almayan geleneksel vergi sistemi yerine doğrudan geliri ve serveti vergilendiren, istisna ve muafiyetlere yer vermeden ödeme gücü olan herkesi vergi yükümlüsü haline getiren bir mali sistem oluşturmaktı. Tanzimat yönetiminin başlattığı bu reform süreci, daha sonra II. Abdülhamit ve İttihat ve Terakki dönemlerinde de devam etmiştir. 

1860  yılında bir düzenlemeye gidilmiştir. Emlak ve temettü vergileri getirilerek, bina ve arazilerin değerleri üzerinden binde 4, ayrıca kira geliri olanların yıllık gelirinden de ek olarak yüzde 4 vergi alınacaktır. Temettü ise, tüccar ve esnafın yıllık geliri üzerinden yüzde 3 olarak alınan bir vergi türüdür. Aşar tarım ürünlerinin onda biri oranında alınacak, koyun ve keçiler üzerinden alınan ağnam resmi ise hayvan varlığı değil, gelir üzerinden alınan bir vergi türüne dönüştürülecektir. 

1861 yılında, İhracattan alınan gümrük %8’e indirilerek her yıl %1 kısıntı ile 7 yıl sonunda %1’de sabit kalması kararlaştırılmıştır. İthalatta %5 olan oran %8’e çıkarıldı ve söz konusu mal 6 ay içinde satılamadığı takdirde tekrar yurt dışına çıkarılacak olursa transit malı sayılarak, alınan ithalat vergisinin %7’sinin iadesine hükmedildi. Transit vergisi ise %7 olarak kararlaştırılıp, 8 yıl içinde %1’de sabit tutulmak kaydı getirilmiştir.169 Transit vergiler de 1874 yılından it ibaren tümüyle kaldırılmıştır. 

Tahsil edilen cizye vergileri, 1856 Islahat Fermanı ile gayrimüslimlerin de Müslümanlarla eşit askere gitmesi hükmü kabul edildiğinden kaldırılıp; gayrimüslimlerin de askere gitmesi uygun görülmediğinden yerine askerlik bedeli getirilmiştir. Buna göre, her askerlik yükümlüsü için 5.000 kuruşluk bir bedel alınması öngörülmüş, bu vesileyle toplam 62.500.000 kuruşluk bedel ödenmesi gerekmiştir. Bu miktar da cizye uygulamasından sağlanan gelirle hemen hemen aynı idi. 

Diğer önemli gelir kaynakları da Mısır’dan alınan maktu vergidir. 1840’lı yılarda 40 milyon kuruş olan bu vergi, 1866-1867 mali yılından itibaren 75 milyon kuruşa yükseltilmiştir. Mısır dışında Eflak, Boğdan, Sırbistan, Sisam ve Aynaroz uzun bir dönem vergi ödemişlerdir. Bu gelir kalemlerinin dışında bir de çeşitli mülklerin kiralanmasından, satışından, maden ve ormanlardan, balık avından, mahkeme harçlarından, çeşitli sözleşmelerin kaydedildiği kıymetli evraklardan, devlet işletmelerinden, vb. oluşuyordu. Devlet giderleri ise savunma, idari harcamalar, idari birimlerin memur maaşları, vb.’den oluşuyordu. Zamanla bu harcamalara eğitim, sağlık, ulaşım, haberleşme, sosyal yardım gibi kalemler de ekleniyordu.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005