Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Çözüm Büyümenin Önündeki Engellerin Kaldırılmasıdır

Bugün ülkemiz, ekonomik güçlüklerle kuşatılmış, insanımız ise bunalmış durumda­dır. Yaşadığımız ekonomik sıkıntıların bir bö­lümü konjonktürel bir nitelik taşısa da çoğu yapısal niteliktedir. Son yıllarda ekonomi ko­nusunda görüş öne süren herkes ülkenin yapı­sal sorunlarından söz ettiği için "yapısal" söz­cüğü bir aşınmaya uğrayarak gücünden kay­betmiş, adeta her kapıyı açan ancak içi boş bir anahtar sözcük durumuna düşmüştür. Bu ne­denle "yapısal sorunlar"dan neyi kastettiğimizi bir kez daha açıklamak ve bu sorunların çözü­münün ülkemiz ve yurttaşlarımız açısından ne­yi ifade ettiğini bir kez daha vurgulamakta yarar var.

Ekonomik büyümenin ve gelişmenin hedefi insandır. Eğer uygulanan ekonomik po­litikalar yurttaşlarımızın yaşam seviyesini yük­seltmiyor, onlara daha iyi bir gelecek vaad et­miyorsa, yetersiz yada başarısız addedilmeli-dirler. Durumlarından hoşnut olmayan ve ge­leceğe iyimser bir gözle bakmayan bireylerden oluşan ulusların da ekonomik kalkınma yarı­şında tüm potansiyellerini ortaya koyamayacakları açıktır. Bu nedenle iktisat politikalarının vazgeçilmez bir bileşeni bireylere vereceği umut ve geleceğe güvendir.

Bugün yurttaşlarımızın çoğunu saran karamsarlığın nedenlerini anlamak için, içinde bulunduğumuz mevcut durumu tespit etmek ve bazı gerçekleri sıralamakta yarar var.

1997 yılına ait Dünya Bankası verilerin­de Türkiye, 200 milyar dolara varan milli geliri ile dünyanın 23'üncü büyük ekonomisi olarak sıralanmakta; kişi başına düşen gelirde ise 3130 dolar ile üst-orta gelir grubu ülkelerinin en al­ımda, 53'üncü sırada yer almaktadır. Satın alma gücü paritesi cinsinden ifade edildiğinde kişi başına düşen gelir 6430 dolara ve sıralamadaki yerimiz de 49'unculuğa yükselmekte ise de bu rakamın yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir.

Ülkemizin dış borçlan 100 milyar dola­rın üzerindedir. İç borçlarımız ise 40 milyar do­lara yaklaşmıştır. Tabii bu iç borçlara başta ka­mu bankaları olmak üzere çeşitli kamu kuru­luşlarının görev zararlarından doğan borçları dahil değildir. Bu rakam da toplama dahil edi­lirse, iç borçlarımızın tahminen 60 Milyar Dolar dolaylarında olduğu söylenebilir. Bu durumda ülkemizde kişi başına düşen iç ve dış borç top­lamı 2500 doların üzerindedir.

Bu borç rakamları tek başına bir şey ifa­de etmemektedir. Eğer borçlanma ülkemizin üretim kapasitesini artırmak, ekonomik ve top­lumsal altyapı güçlendirmek ve geliştirmek için kullanılsa korkulacak bir şey olmaktan çı­kar. Ancak Türkiye, borçlarını çevirmek için borçlanmakta; mali itibarı yerinde olmadığı için de çok yüksek reel faizler ödemektedir. İç borçlarımızın vadesi kısa, mali piyasalarımız sığdır. Daha da önemlisi, devlet borçlanın çe­virmek için ekonomide oluşan fonların hemen hemen tamamına el koymakta, yüksek faizler ekonomide yaratılan fonların reel piyasalara yönelerek yatırımlara dönüşmesini engelle­mektedir. Mali sistem devlete borç vererek yüksek ve risksiz faiz geliri sağladığından, asli fonksiyonu olan reel piyasalara fon sağlama görevini yerine getirememektedir. Bugün devlet bütçesinden yatırımlara ayrılan pay gülünç derecede azdır. Özel sektör yatırımları da hemen hemen durma noktasına gelmiştir. Oysa ülkem her yıl 1 milyon kişiye istihdam yaratmak, bunun için ise yatırım yapmak zorunda-dır. Duran yatırımlar önümüzdeki yıllarda bü­yüme hızının yavaş olacağım ortaya koymaktadır

Enflasyon yaklaşık  25  yıldır yüksek oranlarda seyretmekte, haksız bir vergi olarak sabit gelirlilerin yaşam düzeyini düşürmekte, işletmelerimizin sermayelerini vergilendirerek ekonomik güçlerini zaafa uğratmaktadır. Açılan her ekonomik istikrar ve enflasyonla mücadele paketi hüsranla sonuçlanmakta, enflasyonla mücadelenin kazanılacağına dair inanç giderek zayıflamaktadır.

Küreselleşme ile birlikte dünyada ser­maye hareketleri büyük bir hız kazanmış ve daha önce görülmemiş boyutlara ulaşmıştır. Bügün dünyada döviz piyasalarındaki günlük işlem hacmi 1,2 trilyon dolan aşmıştır. Yılda 400 milyar dolar yabancı doğrudan yatırım ya­pılmakta, ancak ülkemiz bu sermaye hareketlerinden yeterli payı alamamaktadır. Bütün ya­bancı gözlemciler Türkiye'yi yükselen piyasalar içinde sayıp ve önemli bir gelişme potansiyele sahip olduğunu belirtirken, ülkemize giren doğrudan yabancı yatırım miktarı yılda 1 milyar doların altındadır. Oysa ülkemiz, hedef­lediği kalkınmışlık düzeyine hızlı bir biçimde ulaşması için gereken fonları yaratamamakta­dır. Yabancı sermaye bu tasarruf ve yatırım açığını kapatmada ve ülkemizin büyüme çabala­rına katkıda bulunabilir. Bu imkanlardan ya­rarlanmamız karşısındaki en önemli engelin bulunduğumuz ekonomik ve siyasi sorunlar olduğu açıktır.

Ülkemizde son yıllarda uygulanan ikti­sat politikaları sonucu gelir dağılımı hem bi­reyler arasında hem de bölgeler arasında bo­zulmuştur. Bugün nüfusun en üst gelir gru­bunda yer alan yüzde 20'si milli gelirin yüzde 55'ini alırken en yoksul yüzde 20'inin milli ge­lirden aldığı pay yüzde 5 dolaylarındadır. Muş'ta kişi başına düşen gelir 700 doların altın­da iken bu tutar Kocaeli'nde 7.900 dolara yak­laşmaktadır.

Ülkemizde yaşamın kalitesine baktığı­mızda da ortaya çıkan tablonun iç açıcı olduğu söylenemez. Yine Dünya Bankası verilerine göre 5 yaşın akındaki çocuklarımızın yüzde 10'unu iyi besleyemiyoruz. Erkeklerimizin yüzde 8'i kadınlarımızın da yüzde 28'i okuma yazma bilmiyor. Çocuk ölümlerinde binde 40 gibi yüksek bir oranla dünyanın bir çok az ge­lişmiş ülkesinden de daha kötü durumdayız.

Yıllardır süregelen yüksek enflasyon, ahlaki değerlerimizde yıpranmaya, toplumsal kurumlarda da aşınmaya yol açtı. Uluslararası Şeffaflık Örgütü'nün "Yolsuzluk Algılama En­deksi"nde Türkiye, 10 üzerinden 3,4 alarak 1998 yılında 85 ülke arasında 54'üncü oldu.

Bu tür rakamları çoğaltmak mümkün ancak görünen o ki Türkiye, dünya ülkeleri arasında hak ettiği yerde olmadığı gibi insanı­mız da hak ettiği yaşam düzeyine henüz ulaşa­bilmiş değil. O halde, bu olumsuz tabloya yol açan nedenleri tespit etmek ve süratle ortadan kaldırmak gerekmektedir.

Türkiye son otuz yılda hızlı bir yapısal dönüşüm geçirmiştir. Bu otuz yılda Türkiye bir tarım ülkesi olma konumunu yitirmiştir. 1970 yılında toplam işgücünün yüzde 71'i tarımda ça­lışırken bu oran günümüzde yüzde 50'lere düş­müştür. Kentlerde yaşayanların oranı 1970'lerde yüzde 40'ın altında iken bugün nüfusun yüzde 70'den fazlası kentlerde yaşamaktadır. Türkiye son çeyrek asırda kentleşir ve sanayileşirken dış dünyaya açılmada da Önemli mesafeler kaydetmiştir. 1970 yılında dış ticaret hacmi mil­li gelirin yüzde 10'una karşılık gelirken bu oran günümüzde yüzde 35'in üzerine çıkmış­tır.

Bütün bu gelişmeler Türkiye'nin hızlı bir yapısal değişim sürecinden geçtiğini ve ha­la da geçmekte olduğunu göstermektedir. Başka ülkelerde yüzyıl süren bir süreci biz otuz yılda gerçekleştirmek zorunda kaldık. Üstelik bu hızlı değişim ve dönüşüm, dünyanın da hız­lı bir biçimde değiştiği bir döneme denk geldi. Bu nedenle eğer bazı toplumsal ve ekonomik sorunlar yaşıyorsak, bu doğal karşılanmalıdır. Doğal karşılanamayacak olan, bu sorunlara çözüm üretme becerisini gösteremeyişimizdir.

Türkiye son otuz yılda bir tarım toplu­mu olmaktan çıkmış ama bir sanayi toplumu olmayı henüz başaramamıştır. Dünya bilgi top­lumuna geçerken biz hala sanayileşmenin san­cılarını çekmekte, sanayileşmenin gerektirdiği toplumsal ve siyasi mekanizmaları oluşturup harekete geçirememekteyiz. Bunda ekonomik büyüme hızının yeterince yüksek olmayışının, üstelik büyüme hızının da son derece istikrar­sız olmasının küçümsenmeyecek bir katkısı ol­muştur.

Aslında yaşadığımız hızlı değişim ve dö­nüşümü daha az hasanda, daha az maliyetle gerçekleştirmeyi başarabilseydik bugün çok daha farklı bir konumda olabilirdik. Bunu ise ancak daha yüksek bir hızla büyümekle başa­rabilirdik. Yakın tarihimizdeki ekonomik per­formansa ilişkin bazı gözlemlerin bu konuyu daha iyi anlamamızda katkısı olabilir.

1950-1994 döneminde Türkiye'de kişi başına düşen gelir yılda ortalama yüzde 2,7 gi­bi bir oranda büyümüştür. Aynı dönemde Yu­nanistan ve İspanya'da kişi başına düşen gelir yüzde 3,8'lik bir oranda artmıştır. Diğer yan­dan 1950-1992 döneminde kişi başına düşen gelirin ortalama yıllık artış hızının Hindistan'da yüzde 1,2; Meksika'da yüzde 2; Tayvan'da yüz­de 6,2 ve Güney Kore'de yüzde 5,9 arttığını görüyoruz. Bu oranlar, ülkemizde kişi başına düşen gelirin büyüme oranım bir perspektife oturtmamıza imkan vermektedir.

Dikkat edilirse 1950 yılında Türkiye ile Yunanistan ve İspanva arasında ülkemiz aleyhine olan fark çok fazla değil iken Güney Ko­re'de kişi başına düşen gelir Türkiye'nin altında idi. 1994 yılına gelindiğinde İçişi başına düşen gelir Yunanistan'da 5-2 kat, İspanya'da 5.15 kat ve daha kısa bir sürede Güney Ko­re'de 91 kat artarken Türkiye'de sadece 3.3 kat artabilmiştir. Diğer yandan ülkemizde eko­nomik büyüme istikrarsız bir görünüm sergile­mektedir. Ekonomi bazı yıllar yüzde 8'lerin üzerinde büyürken hemen ardından büyüme oranı eksilere düşebilmektedir. Bu görünü­müyle Türkiye, maraton yarışını yüzer metre aralıklara koşan ve sonra da hastaneye kaldırı­lan bir koşucu gibidir. Büyüme oranındaki bu istikrarsızlık ülkemizde geleceğe ilişkin plan yapmayı güçleştiren bir belirsizlik unsurudur, Kanımca ülkemizdeki ekonomik sorunların te­melinde büyüme oranının yetersizliği ve istik­rarsızlığı yatmaktadır. Biz istikrarlı ve yüksek bir büyüme oranına ulaşamadıkça, siyasi ve ekonomik sorunlarımıza kalıcı çözümler bula­mayacak ancak günü kurtaran palyatif tedbir­lerle yetineceğiz. Ancak büyüme oranını yük­seltmek hem devlet yönetiminde, hem iş haya­tında hem de toplumsal altyapıda önemli deği­şiklikler yapmamızı gerektirmektedir. Büyüme oranının istikrarsızlığına ve düşüklüğüne ne­den olan politikaların değiştirilmesi, bir zihni­yet değişikliğinin sağlanması zorunludur. İşte bu nedenle biz "yapısal reformlar"dan söz edi­yor, bu nedenle yapısal reformların zaman ge­çirilmeden gerçekleştirilmesini talep ediyor ve herkesi bu konuda üzerine düşeni yapmaya davet ediyoruz.

Ekonomik büyüme için tasarrufların ve yatırımların önemini hemen herkes bilmekle­dir. Ancak belki de daha önemlisi, ülke içinde­ki ekonomik ve toplumsal hayatı düzenleyen kural ve kurumlar, diğer bir değişle toplumsal altyapıdır. Toplumsal altyapı henüz yeterince gelişmemiş ve eğer bir ülkede üretenler, sana­yiciler, işadamları konan kuralların ne zaman değişeceği konusunda bir fikre sahip değiller­se, kurallara uymayanların ödüllendirilip ku­rallara uyanların cezalandırıldığını görüyorlar­sa,  emeklerinin  karşılığını alacaklarına tam. olarak inanmıyorlarsa o ülkedeki girişim potansiyelinin tam olarak gerçekleştirilmesi ve ekonomik büyümenin yüksek oranlarda seyretmesi mümkün değildir.

Kaynak: Zafer Çağlayan - Ankara Sanayi Odası yönetim Kurutu Başkanı
 

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005