Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Değişim Yöntemi Hakkında  

Giriş 

Hasan Korkmazcan 

Evrensel gerçekliğin değişmeyen tek yüzü değişimdir, insan ve bilincine vardığı şeylerin tümü bir oluşum süreci içindedir. Du­rağanlık, algılama işleminde kullanılan bir zi­hinsel yöntemdir ve bilinçli bir yanılmadan ibarettir. Aklın en yakınına ulaşabileceği dura­ğan olma durumu, mutlak yokluktur. 

Değişim kavramı çevresindeki bu ger­çekler, Sümerler'den beri yazılmış, hatta yazı­nın icadından önce bir insanlık kavrayışı ola­rak mağara duvarlarına resmedilmiştir. Bunun­la beraber değişim konusundaki felsefi ve bi­limsel değerlendirmeler, günümüzde tarih bo­yunca ifade edilenin neredeyse toplamını ge­çecek ölçüde tekrarlanmaktadır. Konuşmalar, konferanslar, seminerler, makaleler ve kitaplar dolusu değişim etkinlikleri ortaya konulmakta­dır. 

Değişim rüzgarı, bütün düşüncelerin, sistemlerin ve kurumların kale duvarlarında kuşku bulutlan savurmakta, sorular estirmekte ve gedikler açmaktadır. 

Değişim, "ideolojiler bitti, tarihin sonu geldi" denilen bir süreçte sanki tek ideoloji ko­numuna yükselmiştir.

Değişimi, bu ezeli gerçeği, sloganlarla -yepyeni ve bütün ideolojilere alternatif bir ideoloji olarak- dayatanlar da, değişim kasırga­sından kendi dünyalarını en az hasarla kurtar­maya çalışanlar da, bir hazırlıksızlığın, bir er­ken yakalanmışlığın çaresizliği içindedir.

Gerçekten kişiler, toplumlar ve kurum­lar, konumlan ve gelecekleri için böylesine hızlı ve köklü değişim zorunluluğu ilk defa karşı karşıya kalmaktadırlar. 

Bunun sebebi ekonomik, toplumsal, si­yasal ve hatta kültürel alanlarda bilginin ön plana çıkmasıdır. İletişim teknolojisindeki baş döndürücü gelişmeler, bilgi çağı gerçeğini geri dönüşü olmayan bir konuma getirmiştir. So­ğuk savaşı sona erdiren ve soğuk savaştan son­ra ortaya çıkan olaylar, artık geleceğin bugün­den ve dünden çok farklı olacağını kesinlikle göstermiştir. 

Değişim Yönetimi pdf 

Bilgi çağı, kuşkuya yer vermeyecek bi­çimde başlamıştır. Değişimin bir faktörü olarak daha önceki çağlarda da bilginin önemi göz­lenmiştir. Günümüzde ise bilgi, hem diğer bü­tün değişim unsurlarını geri plana atmış, hem de değişime başdöndürücü bir hız kazandır­mıştır.

Değişim arayışlannın bir değişim edebi­yatı sağanağı olarak dünyayı kuşatması, bu ye­ni koşulların doğurduğu zorunluluktur. Şidde­ti giderek artan değişim tartışması sağanağı, bilgi çağının, kendi toplumunu yani bilgi top­lumunu oluşturacağı süreye kadar devam ede­cektir.

Bilgi çağının imkanlarından yararlanan­larla, bilgi çağının tehditlerinden çaresizliğe düşenler arasında sürdürülebilir bir dengeye ihtiyaç vardır. Bu denge kurulmadıkça bilgi toplumuna ulaşılmış olmayacak, insanlık bilgi toplumuna dönüşemeyecektir. 

Günümüzde, insanlık tarihinin tanıdığı bu en yaygın değişim ve dönüşüm gerçeğinin, çelişkiler yumağı halinde yuvarlanan, sancılı geçiş sürecini yaşamaktayız. 

Bir tarafta bilgi çağının sunduğu göz ka­maştırıcı gelecek tabloları, ufkumuzun vitrinin­de parıldamaktadır; diğer tarafta bilgi toplu­muna ulaşamamanın doğurduğu korku, kuş­ku, şaşkınlık, telaş, fırsatçılık ve vahşet uğultu­su bilinçleri sağır etmektedir. Çünkü bilgi top­lumuna omurgalık edecek yeni inanç, ahlak ve estetik sistemleri henüz kurulamamıştır.

Yeni toplum, bilgi çağının gerektirdiği 

yeni değerler sisteminden beklenecektir. Yeni dönemde, yeni değerler sistemine dayanma­yan toplum ileriye doğru harekete geçemez. Değerler sisteminden malınım bir dünyada in­sanlık, rampasız füze gibi, namlusuz mermi gi­bi, hedefsiz ve kendini yokedici patlamalar içinde enerji tüketir. 

Soğuk savaş sonrası yaşadığımız risk ve belirsizlik süreci, geleceğin araştırmacılarına adeta olayları bir toplumsal laboratuarda ince­leme şansı vermektedir. Onlar, yeni paradig­maların oluşmasındaki doğum sancılarını çok kısa bir tarih dilimi içinde belgeleyebilecekler-dir.

Bilgi toplumunu yapılandıracak değer­ler sistemine ulaşılamamış olması, bilgi çağının imkanlarına yakın bulunanları bir başka çeliş­kinin uçunımuna fırlatmıştır: Bunlar düne ka­dar savunageldikleri hukuki ve etik değerleri de terketmişlerdir. Bosna-Hersek'te, Kafkas­ya'da, AB-Türkiye ilişkilerinde yaşananlar bu geriye gidişin açık göstergeleridir. Bu çağdan geriye dönüşün, dünyanın her tarafına bulaş­ması tehlikesi mevcuttur. Batının aydınlanma çağında aştığı varsayılan akıl-bilimdışı zihniye­ti bilgi çağının güçleriyle tekrar sahnelemesi, bilgi toplumunun oluşmasını geciktirdiği gibi, kuralları ve uygulanması adil olmayan çatışma­lar, çağdışı karşıt güçlere ebelik edecektir.

Akıl-bilimdışı projelerle yapma düşman korkuluklarına ihtiyaç duyanlar, bilgisayar do­nanımlı uzay araçlarıyla engizisyon atmosferi­ne dalma girişimindedirler. Halbuki aşmaları gereken sorun bir njıekan ve pozisyon sorunu değil, bir zaman ve çağ sorunudur. Araçlarınız ne kadar çağdaş olufsa olsun tarihin derinlikle­rine göç edemezsiniz. Üstelik imal etmeğe çalıştığınız sanal düşmanlar, çağdaş teknoloji ile gerçekliğe dönüşebilirler.

Bilgi çağının imkanları, tarihi kavrama­mıza da bir hız kazandırıyorsa, bunu iyi değer­lendirmeliyiz. İnsanlığın ortak değerleri üstün­de yeni dünya düzeninin kurulmasını tartışma­lıyız. Çağımızda ne güç pozisyonlarını oldu­bittilerle sürdürmek mümkündür, ne de proje­siz yılgınlıklara mahal vardır. Yeni Dünya Oü zeni bu gerçeği kavrayanların ortak eser; ola­caktır. 

Tarih sahnesine çıkan her toplum farklı­lık gösteren değerler sistemine sahip olmuştur. Bu tesbit, insanlığın ortak birikimi olan insanlık değerlerinin de ortak bir sistem olduğu gerçe­ğini gölgelemez. İnsanlık bu ortak sistemi, de­ğişimin değişmez kanunları doğrultusundaki atılımlarla kazanmıştır. Çağımızdaki sancılı de­ğişim süreci de ayni akılcı metodla aşılacaktır. 

Değişim, açık kurumlaşmanın sürekli atılımıyla gerçekleşir. Değişimin bu değişmez kanunu, çağımız toplumlarına, projeler de­mokrasisine geçişi empoze etmektedir. 

Bilgi çağının iletişim teknolojisi, açık ve yenilenebilir kurumlaşmalara, katılımla sürek­liliği sağlanan, projelere dayalı toplumsal atı­lımlara, gittikçe genişleyen bir hayat alanı sun­maktadır. 

Bu, bir yönetim metodu olarak, insan hak ve özgürlüklerine dayalı, hukukun üstün­lüğüne bağlı, temsili demokrasiden katılımcılı­ğın işletilmesi oranında yarı doğrudan sisteme yaklaşan bir demokratik uygulamadır.

Global dünyanın çimentosu ancak ve yalnız demokratik değerler, demokratik so­rumluluk ve demokratik özgürlükler olabilir.

Değişim ve değişim yöntemine ilişkin bu genel değerlendirmeden sonra, siyasetimiz­deki parlamento odaklı değişim sorunlarına da kısaca değinmek istiyorum. Beni, bir çok ko­nuşmamda belirttiğim bazı hususları tekrarla­mak zorunda bırakan bu konu, toplumumu­zun değişime bakış açısını da ortaya koymak­tadır 

Değişim yönetimi ppt 

Toplumun büyük bir kesimi, değişimi seyirci pozisyonunun kötümserliği içinde algı­lamaktadır. Kendi içinden değil kendi dışın­dan, piramidin tabanından değil yukarısından başlayacak bir kurgu ile değişimin gerçekleşe­ceği sanılmaktadır. Bu yanılgı, toplumu koyu bir kötümserliğe itmektedir. Çünkü seyircilik, olup  bitenler  karşısında daima  kötümserlik üreten bir statüdür. 

Ülkemizdeki bütün sorunlar ilgi derece­sine bakılmaksızın parlamento merkez alına­rak tartışılmaktadır. TBMM'nin taşlama odağı­na konulmadığı bir tartışmaya siyaset dışında­ki etkinliklerde bile az rastlıyoruz. 

Bu, Türk toplumunun aydınıyla işvereniyle, sendikacısıyla Türkiye Büyük Millet Meclisini hangi gözle gördüğünün bir göster­gesidir. Toplum olarak her türlü değişim girişi­mini Meclisten bekliyoruz. Çünkü Türkiye Bü­yük Millet Meclisi bazı yönlerden dünyada benzeri olmayan bir kurumdur. Biz, birinci Meclisimizin Gazi Meclis olarak Türkiye Cum­huriyetinin kurucusu olduğunun iftiharını her zaman duyuyoruz. Birinci Meclisteki seçkin, gazi parlamenterlerimizi, karşımıza çıkan so-runlarda bir güç kaynağı olarak değerlendir­meye çalışıyoruz. 

Ancak her dönemin zorlukları ve her dönemin kurtuluş savaşı farklıdır. Birinci Mec-listekiler, Kurtuluş Savaşını, o zor şartlar altın­da, yapmışlardır. Bugünkü Meclisimiz; Türki­ye'nin globalleşen dünyadaki yarışta kulvar dı­şı kalmaması şeklinde algılanan büyük savaşta, toplumumuzun en iyi yeri alabilmesi için gay­ret göstermektedir. Bu gayrette ne ölçüde ba­şarılı olmuştur? Ne ölçüde başarılı olma umudu vermektedir, tartışılabilir. 

Türkiye'de son zamanlarda yoğunluk kazanan tartışmalar Meclisi de aşarak parla­menter sisteme yönelmiştir. Parlamenter de­mokrasiyi mi ıslah edip yaşatacağız, yoksa baş­ka bir sisteme mi geçeceğiz? Başkanlık sistemi, yarı başkanlık sistemi veya başbakanlık sistemi gibi başka bir demokratik yönetim biçimine mi yöneleceğiz? 

Bu tartışmanın bir müddet daha sürdü­rülmesi gerekmektedir. Gerçekten tarih olarak bakarsak Türkiye Büyük Millet Meclisinin geç­mişi 121 yılını doldurdu. 

İlk parlamento bir yıl çalıştıktan sonra, o zamanki kurallara göre devlet başkanı tarafın­dan davet edilmesi gerekirken, içtimaa davet edilmemiştir. Bu sebeple toplanamamıştır, An­cak resmen feshedilmemiş ve infisah etmemiş­tir. Kanun-u Esasi Meclisi, 1877'de 93 harbi çı­kınca kapatılmamıştır, sadece toplantıya çağırılmamıştır. 

Kanun-u Esasi ile 1976'da oluşturulan Meclisin devamı olarak 1908'deki ikinci açılış­tan sonra da meşaıti demokrasinin parlamen­tosu şeklinde devam etmiştir. İstanbul işgale uğrayıncaya kadar Meclisi Mebusan görevini İstanbul'da sürdürmüştür. Büyük Millet Mecli­sinin açılmasına karar verildiğinde, İstanbul Meclisi Mebusanının bir çok üyeleri -Malta'ya sürülmemiş olanlar, kaçabilenler- Ankara'ya gelmişler, görevlerini sürdürmüşlerdir. Yani 1876 Meclisi ile 1998 Meclisi arasında kuramsal olarak bir bağlantı ve aradaki kesintilere rağmen, uzunca bir parlamenter demokrasi tecrü­bemiz vardır. Bu, Avrupa'daki bir çok ülkenin parlamentosuna göre daha uzun süreli bir biri­kim teşkil ediyor. Buna rağmen, parlamenter sistem bugün, Türkiye'nin soranlarını aşama­dığı, Türkiye'de her kurum ve kuruluşda ger­çekleştirilmesi zorunlu hale gelen değişimi sağlayamadığı gibi eleştirilere hedef olmakta­dır. Onun için başka sistemler aranmakta ve önerilmektedir.

Ben  başkanlık  sistemini  savunanların bazı görüşlerine katılıyorum: "Türkiye'de ma­dem ki parlamento, hem kendisinin biriktirdi­ği, hem de toplumda birikmiş' olan sorunları çözme yeteneğini gösteremiyor, o zaman bu sorunları çözecek başka bir yol aramak gere­kir. Bu yol da başkanlık sistemidir. Bu tezde söylenen, sadece başkan seçiminin doğrudan  gerçekleşmesinden ibaret değildir. Sistem değişikliği, bu vesile ile bütün kuramlarda değisiklikler yapma ihtiyacı doğuracaktır. Toplum- da bir yenilenme başlatacaktır. Bu da hiç olmazsa parlamenter sistem içerisinde gerçek­leştiremediğimiz reformların sistem değiştiri­yoruz gerekçesi ile başarılmasına vesile ola­caktır." Bu yabana atılabilir bir tez değildir.

Cumhuriyete geçişimizde, 600 yıllık bi­rikmiş sorunlarımızdan büyük bir kısmı radikal olarak çözülebildi. Sistemin sadece ıslah sayıla­bilecek, yumuşak değişikliği sebebiyle 1908'de hiçv bir önemli sorun çözülememişti. Yani meşru yönetim yoluyla devletin çok hayati birik­miş sorunlarını gündeme getirmek dahi müm­kün olmamıştı. Ama sistemde radikal bir deği­şiklik olunca diğer alanlardaki sorunlar da eği­tim dahil, vatandaş hukuku dahil, kadın hakla­rı dahil ele alınabildi. Ekonomik ve sosyal ha­yatta yeni ve köklü çözümler üretilebildi. Baş­kanlık sistemi için böyle bir yenilenmeye vesi­le olabilir şeklinde düşünenler var. Bunda önemli bir haklılık payı da vardır. Bu düşünce­ye karşı Güney Amerika eleştirisi yürütülüyor. Türkiye ile bu konuda kurulan paralelliğe katılmıyorum. Öncelikle Güney Amerika ülkele­rini tanıyanlar bilirler ki, "oralarda eğer baş-. kanlık sistemi olmasa idi, devlet ne ölçüde olu­şabilirdi?" sorusu cevap beklemektedir. Yani devletini kurmuş, yönetilebilir bir toplum ne ölçüde oluşabilirdi? Onu kestirmek mümkün değildir. Türkiye böyle devlet kurma bilinci yeni zamanlarda oluşan bir toplum değil, Tür­kiye Cumhuriyeti, en azından bu topraklarda 900 yıllık geçmişi olan, çok büyük ve köklü bi­rikime ve bilince dayanan bir devlettir. Sistem­ler, bu devletin hukukun üstünlüğü idealine bağlılığını hiçbir zaman ortadan kaldıramamış­tır.  (işletmelerde değişim yönetimi) 

Başlangıcından bugüne kadar tarih, uygu­lamadaki her toplumda görülebilen aksaklıkla­rı bir kenara bırakırsanız Türkiye'nin bu gerçe­ğine tanıktır. Öte yandan Güney Amerika top­lumlarına böyle bir kavramı getirebilmek dahi kötü uygulamacı sayılan başkanların sağladık­ları bir başarı olmuştur. Bu sebeple bizi o top­lumlarla mukayese ederek başkanlık sistemini dışlayan değerlendirmeler yanlıştır. Bununla beraber Amerika Birleşik Devletlerindeki her türlü gelişmeyi başkanlık sisteminin birer mucizesi olarak kabul etmek de yanlıştır. Başkan-lık sistemini ithal ettiğimiz zaman Türkiye hemen büyük aşamalara kavuşur sanmak da çok kolaycılık olur. 

Türkiye'nin sorunu, gerçekten demok­ratikleşme ve hukuk devleti standartlarını ya­kalama sorunudur. Bunu, öncelikli sorunumuz olarak kabul ettiğimiz takdirde, hangi sistem olursa olsun çözümler çabuklaşacaktır. Bu ba­kımdan Türkiye Büyük Millet Meclisinde 19 ncu ve 20 nci dönemde yaptığımız bazı çalış­maları örnek olarak ifade etmek istiyorum. 

1987'de, Türk Parlamenterler Birliği ile önemli sivil toplum kuruluşlarımız bir Anayasa reformu paketi hazırladılar ve bunu siyasi par­tilerimize sundular. Ama o dönemde bu Ana­yasa değişikliklerini gerçekleştirme imkanı bu­lamadık. Ancak 1995'te Meclis Başkanının çağ­rısı ile Partiler Arası Uyum Komisyonu kuruldu ve Anayasa değişiklikleri gerçekleşti. 20 nci dönemde de o Anayasa değişikliklerinin ge­rektirdiği yasal düzenlemeleri yapmak üzere Partiler Arası Uyum Komisyonu çalışmalarını sürdürüyor.

Tarihi bir gerçek olarak ifade edilebilir ki, bu çalışmalar, bir sivil toplum örgütleri insiyatifinin sonucudur. Eğer 1987'de Anayasa de­ğişikliklerini ilk önerildiği zaman gerçekleştirebilseydik 1991 yılında Türkiye temel siyasi sorunları tartışmayı geride bırakmış olarak se­çime yönelebilecekti. Seçim kampanyasında muhtemelen biz, sadece ülkenin ekonomik ve sosyal sorunlarına nasıl çözüm bulunabileceği­ni tartışacaktık. Bu fırsatı kaçırdığımız için, 91-95 arasında rejim meseleleri, siyasi meseleler yoğun biçimde tartışıldı. Dikkatlerimizi hep o taraflara yönelttik. Halbuki Türkiye için çok kıymetli bir süreçti bu. Dünyadaki ekonomik sınırların kalkması, ekonomik bütünleşmenin sağlanması, özelleştirmenin başarılması konu­larında başlayan elverişli konjonktür Türkiye için önemli bir fırsattı. O fırsat siyasi çekişme­lerle tüketilmiştir. Bugün o açığı kapatmaya gayret ediyoruz. Uyum kanunlarıyla birlikte si­yasi partiler kanunu değişiklik teklifini de ko­misyonumuzdan geçirdik. Siyasi Partiler Kanu­nu çıktığı zaman Türkiyede katılımcı demokra­sinin çok büyük bir dönüşümünü gerçekleştirmiş olacağız. Artık bundan sonra, siyasi parti­lerin kapalı devre çalıştığı bir demokrasi değil, bütün sivil toplum kuruluşlarının ve vatandaş­ların katılımıyla yürütülen bir demokrasi döne­mi açılacak. Siyasi Partiler Kanunu kilit kanun­dur. O değiştiği zaman 17 kanunda daha önce yapılan değişiklikler hayata geçecektir. Bu kilit açılacaktır ve toplumumuz 1946'dan sonra ikinci büyük demokratikleşme hamlesini yaşa­maya başlayacaktır, işte o süreçte sivil toplum örgütlenmesine büyük ihtiyaç var. Toplumu­muzun bütün katmanlarını ülkenin kaderiyle ilgilenir ve çözüm üretir hale getirmek, sivil toplum kuruluşlarımızın görevidir. Şimdi, bu gelişmeler zannediyorum, projeler demokrasi­si dönemini açacak Türkiye'de. Gerçekten ile­tişimin, haberleşmenin ve bilgi dolaşımının bu kadar sürat kazandığı bir dönemde, parti oli­garşilerinin etkinliği azalacak, doğrudan doğ­ruya halkla diyalog halinde proje üreten grup­ların etkinliği artacaktır, işte bu projelerin üre­timinde, kalitesinde ve sürekli uygulanabilir konumda tutulmasında sivil toplum örgütleri­mizin, bilhassa örgütlenme konusunda öncü deneyime sahip İşçi ve işveren Sendikalarımı­zın büyük katkısı olacaktır. Projesini iyi hazır­lamış kadrolar, seçmen toplumunun huzurun­da yarışacaklardır. Bundan sonraki demokratik seçimler böyle yürüyecektir. Demokratik ha­yatımız böyle yürümelidir. Bunun kapısını bu parlamento açmaktadır. 

Söz konusu projenin sahibi bir parti li­deri de olabilir, bu projenin sahibi herhangi bir başkan adayı da olabilir. Projesini ortaya koya­cak, kadrolarını ortaya koyacak, bu projenin belirli bir süre içerisinde gerçekleşeceğine top­lumu inandıracak, işbaşına gelecek, istikrarlı yönetimleri de ancak bu yolla kurabileceğimi­zi zannediyorum. Türkiye bunu yapamazsa, "projeler demokrasisine" geçemezse uluslara­rası yarışta başarılı olma şansı yoktur. 

Projeler demokrasisine değişimin ev­rensel metodu ile geçmek, değişimi sürekli ha­le getirecektir. Bunu bir toplumsal proje olarak tartışmalı ve adeta bir ideoloji konumuna taşı­malıyız, ideolojimiz aklın ve bilimin ışığında sürekli gelişmeyi ve ilerlemeyi içeriyorsa son yıllarda yayılan ideoloji korkusuna düşmeye de mahal yoktur. 

Esasen tarihi birikimimiz ve kurum sos­yolojisinin gerçekleri, ideoloji fobisini ortadan kaldıracak niteliktedir. Değişimin ön plana alındığı bir süreçte ideolojik devletçilikle ku­rumsal bir gerçeklik olan ve toplumun ortak bilincine dayalı devlet ideolojisini birbirine ka­tarak yürütülen tartışmalar yersizdir. 

Türkiye'de, ideolojik devletçilik hiçbir zaman uygulanmadı ve uygulamaya yakın ko­numda olmadı. 1921'lerde Türkiye'ye Sovyet­ler Birliğindeki sistem önerildi, Türkiye onu kabul etmedi.

Devletlerin ideolojisi ise her zaman var­dır. Hukuk devleti de bir ideolojidir aslında. Yani, yaşanan realitenin ötesinde, bir takım üst kavramlara ve ortak bilince dayanmadan bir toplum devlet sahibi olamaz. Yani, halkın gün­lük yaşayışına, günlük tercihlerine göre devlet­ler yaşamaz, toplumlar varlıklarını sürdüre­mez. Milletleri var eden, milletleri bir ırmak gi­bi götüren, tarihten beslenen, günün şartlarıy­la da değişen, her dönemde yenilenen ve dö­nüşen bir ideoloji vardır. Dünyadaki diğer say­gın ve bağımsız ülkeler gibi Türkiye Cumhuri­yeti de elbette, başkalarının cetvelle çizdiği bir devlet olmadığı için, tarihteki köklerinden ge­tirdiği bir takım ideolojilere sahiptir. Bunlara saygı çerçevesinde demokrasimizin standardı­nı yükselteceğiz. O zaman zaten toplum geri­limsiz olarak amaçlarına ulaşabilir, değişebilir, bilgi toplumuna dönüşebilir.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005