Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Dış Siyasetin "Bedhâh"ları ve Bedbahtları Hakkında 

Yrd. Doç. Dr. Ahmet Turan Alkan 

Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın "Gençliğe Hitabe"sindeki meşhur cümleyi yıllarca yanlış biçimiyle zihnimde gezdirdim durdum : "... İs­tikbâlde dahi seni bu hazineden mahrum et­mek isteyecek dahili ve harici bedhâhların ola­caktır" ibaresindeki "bedhâh" kelimesini epey zaman "bedbaht" zannettim. Bu inancım o ka­dar kuvvetliydi ki bir arkadaşımla iddiaya bile girdim ve tabii kaybettim. 

Bedhâhlar, artık bedbaht olmaktan kur­tulmuşlardı ama dahilde ve hariçte durmaksı­zın kötülüğümüzü isteyen bu zümrenin aslın­da kimler olduğunu keşfetmem o kadar kolay olmadı. Yaşım ilerledikçe "dahili bedhâhların kimliği, zihnimde yavaş yavaş netleşti ne var ki "harici bedhâhlar" hâlâ belirgin bir cisimlen­meden uzaktı. Vakıa, o günlerdeki sıfatıyla "necip Türk matbuatı", harici bedhâhların kim­liğini fâş eden neşriyatta. bulunmaktan geri durmuyordu. Genellikle gazetelerin dış politi­ka sütunlarında görmeye alıştığımız muhtelif karikatür ve illüsttasyonlar iz'ân sahipleri için pekâlâ kavranabilir mesajlar taşıyordu: Rusya, kıllı göğsünde beş köşeli yıldız veya orak-çekiç sembolüyle mâruf bir (hâşâ huzurdan) ayı imajıyla arz-ı endam ederken, Amerika Bir­leşik Devletleri silindir şapkalı, keçi sakallı, za­yıf ve baston gibi uzun bir "Sam Amca" karika­türüyle temsil ediliyordu. Cevat Rifat Atilhan üstadımızın "Türkoğlu, Düşmanını Tanı" ne-viinden yol gösterici kitaplarının kapağında gördüğümüz "harici bedhâhlar", engerek yıla­nı ve hınzır gibi tabii mahlûklar meyanında, maskeli hırsız ve pençelerinden kan damlayan vahşi yaratıklar şeklinde tecessüm etmekteydi. Dış düşmanlarımızın pekâlâ temiz giyimli, gü­ler yüzlü ve sivri dişleri olmayan kibar görü­nüşlü kişiler tarafından temsil edilebildiğini çok sonraları farkettim : İçimde birşeyler kırıl­dı. "Harici bedhâhlar" bunlar olamazdı. 

Onların asıl kimliğini çok sonraları keş­fettim; ismiyle müsemmâ idiler. 

Hariciye île Ülfetim 

"Hariciye", bizim fakültenin NBA ligi gi­bi birşeydi. Biz "Siyaset ve İdare" talebeleri, hariciye talebeleri yanında İngiliz taylarının yanında sümsük ve kendi kalıbını çekmekten âciz dolaşan, kısa bacaklı, karnı ve başı yere yakın, kaburgaları yüz metre mesafeden dahi sarahatle sayılabilecek kadar bakımsız fayton­cu atları gibi duruyorduk. Vakıa "Hariciye" bö­lümüne kabul edilmek için son derece de­mokratik bir imtihana kabul edilme onuruna erişmiştik ama Saint Joseph veya Robert Colle-ge yanında Çorum, Gümüşhane veya Sivas Li-sesi'nin temsil ettiği seviye farkını, değil Ma­dam Cristinus (toprağı bol olsun; Almanca ho-camızdı), fakültemizin odacıları bile tesbit edebilirdi.

Sonucu sizler de kestirebilirsiniz; Olim­piyatların meşhur sloganıyla teselli bulacak kadar gençtik : "Kazanmak değil yarışmak önemliydi." Fazla üzülmedik; onlar anaların­dan "harici bedhâh" olmak için doğmuşlarsa, biz de "dahili bedhâh" olurduk.

Öyle yaptık! 

Arabın Aklı 

Gençlik halüsünasyonlarımdan biri de "umûr-ı dahiliye ve hariciye"nin, bizim gibi sı­radan insanların havsalasına sığması gayrıkabil, derin, karmaşık, esoterik (ve hattâ mistik) bir olağanüstülük arzetmesi idi; eskiden "hik-met-i devlet" diye birşey vardı. Devlet işle­rinde bizim aciz idrakimize bile aykırı görü­nen bir tuhaflık sezinlesek, "vardır bir hikmeti, elbette büyüklerimiz sebebini bizden daha iyi bilirler" diye müteselli olur, işimize bakardık. bu hoş ve boş  güven hissinin esasında îsmel Paşa'yla geçen tek parti yıllarından katma tnı depolitizasyon kandınnacası olduğunu bile­mezdim elbette; onu da çok sonraları öğren­dim. 

Vaktiyle Rusya, donanmasıyla İstanbul boğazını tehdit etmeye kalkışınca bizimkiler saltanat meclisi kurup, işin çâresini araştır­maya başlamışlar. Padişahın (Sultan II. Mah-mud) mükedder halini gören kızlarağası, tar­tışmaların hararetli bir anında yerinden fırlaya­rak padişaha hitab etmiş : "Şevketmeâb niçün gam çekersiniz? O Rus Çarının boğazlardan geçmesinden endişe mi edersiniz? Vaktiyle ona bu tacı senin ceddin ihsan etmemiş miydi? Bir elçi gönderip tahtını elinden alıverin; olsun bitsin." Bu sözleri duyan İzzet Molla ellerini dua makamında havaya kaldırarak ağlamaya başlamış. II. Mahmud merak edip sormuş, "Ne o efendi, dua mı ediyorsun? Keçecizâde ye's içinde cevap vermiş, "Evet haşmetmeâb, bir geceliğine olsun rahat uyku uyuyabilmek için ağa hazretlerinin aklını bana ihsan etmesi için Cenab-ı Hakk'a yalvarıyorum." 

Biz sâde vatandaşlar, epey zamandır kendimizi "sistemin Arab"ı olarak gördüğü­müzden yüksek devlet işlerini tefekkür ve te­zekkür etmeyi nefsimize yakıştıramaz idik. Zannederdik ki bizler herşeyden gafil uyurken devletin "ışıkları yanmakta" ve nice devlet bü­yüğümüz, bizim tam bir kalb-i selîm ile gaflet hallerinde istirahat edebilmesi için geceli gün­düzlü mesai eylemektedir. Bu açıdan bakı­lınca kim ne derse desin tek partili ve onun evvelindeki pâdişahlı yıllar, şimdiki yılların de­mokrasili zamanlarından daha huzurlu görü­nüyor. Biz sâde vatandaşlar, eskiden de yöne­time katılamıyor ve işlerin ehil ellerde olduğu­na güvenerek gafil ve deliksiz uykulara yatı­yorduk; şimdi yönetime katılma hakkına sahip olduğumuzu bilmek acı veriyor: Memleketi "muhterem hâzirûn" dan daha iyi idare edebi­leceğimizi farkettiğimiz halde bu hakkı-mızı kullanamamakta ve her gece "acaba şu anda devlet katında kimler ne türlü gaflar imâl et­mektedir?" endişesiyle defalarca kan uykular­dan sıçrayarak uykusuz kalmaktayız. 

Stuart Mill'in "Mukaddes su, bir baştan yüzlerce başa dağıtıldı" vecizesi, yönetime ka­tılma maceramızı ne güzel tafsil ediyor. Artık, "vardır bir hikmeti; devlet büyüklerimizin her­halde bir bildiği vardır" fikriyle banal endişele­rimizi yatıştıramıyoruz. O mukaddes su bizim de başımıza serpildi ve tabii ki kudsiyetinden eser kalmadı. Neticede cümleten "kamuoyu" haline geldik. Siyaset bilimi "kamuoyu" olma­yı, "tebâ" olmaktan üstün tutuyorsa da, son tahlilde hiçbir şeyi değiştiremediğimize göre "tebâ olmanın suyu mu çıkmıştı?" diye düşün­mekten kendimizi alamıyoruz. 

Sıradan Bir Bakkalla, Müdebbir Bir Aile Reisi Olabilmek 

Osmanlı serdâr-ı ekremi haremağasının mentalitesine birkaç saatliğine olsun imren­mekte haklı mıydı bilinmez; ne var ki biz, far­zımuhal devletin maliye siyasetini sıradan lâ­kin müdebbir bir mahalle bakkalının tayin et­mesine rızâ gösterecek raddelere geldik. Bu çerçevede muhakeme yürütmekte ısrar eder­sek harici siyâsetimizi, sıradan lâkin müdebbir bir aile reisinin tedvir eylemesine pekâlâ rıza gösteririz. Malumdur ki her aile reisi, ailenin komşularla, mahalle esnafıyla, hısım akraba ile ve bilumum yabancılarla münasebetini tan­zim etmekle mükelleftir. Şimdi, meseleyi biraz daha basite irca ederek bu "amiyane muhake-me"nin ne türlü sonuçlar doğurabilleceğini tahlil edelim : Ailesinin menfaati, vekarı ve na­musu husununda dikkatli bir aile reisine, şu günlerde imzalamakta olduğumuz Gümrük Birliği anlaşmasının bütün detayları anlaşılır bir dille anlatıldıktan sonra "bu işe ne dersiniz; bu şartlarla gümrük birliğine katılalım mı?" suali sorulsa ve bu aile reisinin vereceği ce­vap, hariciye mekanizmamızın kararı ile mukayese edilirse, sıradan ve sağlam mantıkla, "hariciye mantığı"nın arasındaki uçurum bü­tün sarahatiyle ortaya çıkacaktır. Ne kadar ala­franga bir gelenekten gelirse gelsin Türkiye'de hiçbir aile reisi, hâl-i hâzırdaki şartlarla güm­rük birliğine katılmayı, en azından temsil ettiği ailenin vekarı ve menfaatleri açısından doğru bulmaz. 

Bugünlerde harici siyasetimizi tanzim etmekle mükellef kişinin, "ama bu teknik bir meseledir" şeklindeki beyanatını ciddiye ala­rak, bu kararın "ideal" aile reisinin kararının sıhhatinden şüphe edebilir miyiz? Esasen bu yazının ana fikri işte bu noktada düğümlen­mektedir : Bu meselede Hariciye mekanizması yerine şu bizim aile reisi karar mevkiinde bu­lunsa, "bizim bilmediğimiz, söylense bile asla anlayamayacağımız, ama devlet büyüklerinin bildiği ve bizim bilmemiz gerekmeyen çok önemli ayrıntılar ıskalanmış olur mu" dersiniz?

Sahi ne dersiniz? 

Bu konuda sizi şartlandırmış olmam ih­timâlini göz önüne alarak, daha salim bir kara­ra varabilmeniz amacıyla, son derece önemli bulduğum bir kaynağın adresini vermek is­teyişimi hoş karşılayınız : Türkiye Günlüğü Dergisi'nin Ocak/Şubat 1995 tarihli 32. sayısın­da Yahya Sezai Tezel'le yapılmış mülakatı ve bu mülakatı takib eden konuyla ilgili dört ma­kaleyi dikkatle tetkik etmenizde fayda var.

Arab'ın İntikamı 

Umûr-ı Hariciyeden ne derece anladı­ğım, herhalde, yazının girişindeki samimi ikrardan anlaşılmış olsa gerektir; eğer dilerse­niz bu tavrı kısaca "cahil cesur olur" veya "ceh­lin ol mertebesi sehl olmaz; tahsil ile mümkündür" diye değerlendirebilirsiniz; itiraz et­mem. Ne var ki "bir baştan yüzlerce başa dağı­tılan mukaddes suyun bir damlası" da benim başıma düşmüş olduğundan ben ve ben emsal "Arab'ın aklına hayran" takımının, hemen her mesele hakkında ileri geri konuşabilirle hürri­yeti artık -soğuk da olsa- nezaketle karşılanı­yor. Bir saatlik bile olsun "devlet tecriibesi"ne sahip olmayan biri sıfatıyla artık şu kanaate varmış bulunuyorum : İyi ve esaslı kurulmuş bir cümleyle (ki böylece bütün bilimsel cümle­leri safdışı etmiş oluyorum), orta zekâya sahip herhangi bir vatandaşın anlayamayacağı, üze­rinde mütalaa yürütemeyeceği hiçbir yüksek siyasi mesele yoktur. Eğer, bu yüksek mesele­lerden herhangi birisi, kazara "anlaşılma" tehli­kesiyle yüzyüze kalırsa, birileri daima devreye girerek "bu teknik bir meseledir" fetvasıyla, kendi yetkinlik derecelerinin fâş olmasını en­gellerler. 

Shakespear'in "Othello"su, dilimize vak­tiyle "Arab'ın İntikamı" serlevhasıyla tercüme edilmişti. Biz sıradan vatandaşların, sistemin kenara ittiği "sistematik araplar"ın, her lâhza burnumuza dayatılıveren "sen anlamazsın, bunlar teknik meselelerdir; Reality Show'unu seyret, keyfine bak" yollu ihtisas böbürlenme­lerine karşı tek intikam yolumuz, bu mesele­lerle alabildiğine ilgilenmek, alabildiğine oku­mak, alabildiğine düşünmek ve düşündükleri­mizi ayan aşikâre seslendirmekten ibarettir.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005