Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Ekonomik Sistemler Olarak Liberalizm ve Demokrasi, Ekonomik Yapı

Yirminci yüzyıla kadar ekonomi ve politika,politik iktisat başlığı altında ince­lenmiştir. Ondokuzuncu yüzyılda bu konu, David Ricardo (1817) ve John Stuart Mili (1848) tarafından Politik İktisadın İlkeleri (Principles of Political Economy) başlığı ile isimlendirilmiştir. Bu yüzyılın sonuna doğru alt disiplinler birbirlerin­den ayrılmıştır. Ayrılmanın başlama noktasının Alfred Marshall'm 1890 yılında yayınladığı Ekonominin İlkeleri {Principles of Economics) isimli eseri olduğu ka­bul edilmektedir. Yapılan tahlillerde ekonomi ve politika bilimleri kendi yolların­da ayrı ayrı giderlerken, toplumların ekonomik sistemlerinin politik sistemlerin­den bağımsız olduğu anlatılmak istenmiştir (sık sık açıkça da söylenmiştir). Eko­nomistler ki ekonomik dengelerin karakteristiği ile gittikçe daha fazla meşgul ol­maktadırlar- sanki bir ekonomik kurum grubu, her politik kurum grubu ile uyum-luymuş gibi, politik kurumlardan bağımsız ekonomi teorileri geliştirmişlerdir. Ekonomi teorisyenleri çoğunlukla, politikaya tavsiyede bulunma amacı ile duru­mu basitleştirici bir araç olarak diktatörlüğün var olması gereğini varsaymışlardır. İstisna sayılabilecek bir azınlık teorisyen grubuna göre muhayyel diktatör iyilik­sever birisidir, refah arttırıcı politikaları tercih eder. 

Bu makalede ekonomik modellerin arka plânında her zaman bir takım politik kurumların ima edildiğini, ekonomik ve politik kurumların birbirlerinden ayrı ve bağımsız ele alınmasıyla doğru tahlil yapılamayacağını ileri süreceğim. Ekonomik ve politik kurumların tahlili için bir çerçeve belirleyeceğim ve.bu çerçevede libera­lizm ve demokrasinin siyasî sistemler olmaktan ziyade ekonomik sistemler olarak algılanması gerektiğini göstereceğim. 

Yirminci yüzyılda ekonomik sistemler bir uçta saf kapitalizm, diğer uçta saf sosyalizm olmak üzere, bu iki sistem arasında gezinen oluşumlar olarak görülmüş­tür. Kapitalizm kaynakların bireysel mülkiyete, sosyalizm ise kaynakların kollektif mülkiyete ait olduğu anlamına gelmektedir. Karma ekonomiler bu iki ucun arasında bir yerlerdedir. Diğer tarafta politik sistemler de demokrasi ile diktatörlük arasında dolaşır. Ara politik sistemler- ki burada vatandaşlar, yönetimin kararlarında sınırlı söz sahibidirler- burada da vardır. Bu sınıflandırmada faşist sistem, kapitalist eko­nomi ile politik diktatörlüğü birleştiren sistem olarak görülür. Bunun yanında İsveç modeli de sosyalizmi demokrasi ile birleştiren bir sistem olarak görülmektedir. Bu çerçeve içinde politik ve ekonomik sistemlerin karışımı yapılabilir ve bu sistemler her bileşimde birbirleriyle uyuşturulabilir. Bu tasnifi göz önüne alan Francis Fukuyama son zamanlarda "tarihin sonu" tezini ortaya koymuştur. Fukuyama bunu \ a-parken, liberal demokrasinin kendisini "insanî yönetimin nihaî biçimi" olarak, ser­best piyasanın da kendisini ekonomik sistemin gelişim sürecinde ulaşılabilecek en üstün hedef olarak bina ettiğini ileri sürmüştür (1992, s.xi).

Bu makalede yapılan politik ve ekonomik sistem tahlilleri Fukuyama'nm vardı­ğı sonuçlar üzerinde sorular ortaya koymaktadır. Önce politik sistemlerin ekono­mik sistemler için temel oluşturduğunu, böylece hem lıberaldemokrasinin hem de serbest piyasanın aynı anda politik ve ekonomik sistemler olduklarını iddia edece­ğim. Esas olarak bu sistemlerin politik ve ekonomik özellikleri birbirlerinden ayrı­lamaz. İkinci olarak da tarihin sonu fikrine karşı olduğumu açıklayacağım. Bunun için demokrasi ve piyasa ekonomisi arasında, kararlı bir sistemi sürdürmeyi zor­laştıran doğal bir gerilimin olduğunu göstereceğim. Özel olarak demokrasinin yük­selmesi, liberalizm temelleri üzerine oturan serbest piyasa ekonomisin sürdürül­mesini mümkün kılar. Pek çok kişi bir ekonomik sistemin yönünün politik kurumlar tarafından belirlendiği fikrini ileri sürmüştür (Friedman 1962; Friedman and Fried-man 1980; Schumpeter 1952; Usher 1992). Fakat liberalizm ve demokrasinin ekono­mik olduğu kadar politik sistemler oldukları fikri, asla tam olarak geliştirilmemiştir. 

Liberalizm ve Demokrasi, İktisadi Sistemler 

Liberalizm ve demokrasi arasındaki doğal gerilim, bunların politik sistemin farklı yönleri ile alâkalı olmaları açısından bakıldığmda, başlangıçta açıkça görülemeyebi-lir. Fakat bunların esasta birbirleriyle çatışma içinde oldukları fikri Jose Ortega Gasset tarafından açık biçimde ifade edilmiştir. Liberalizm terimini hürriyet hakkın­daki düşüncelerine atıf yaparak kullanan Ortega, aşağıdaki açıklamaları yapmıştır: 

Liberalizm ve demokrasi, birbirleriyle herhangi bir ilişkisi içinde olmadan baş­layan iki ayrı oluşum olarak karşımıza çıkmıştır ve bu zamana kadar gözlenen te­mayüllerine göre birbirlerine zıt anlamlarla sona erecektir. Demokrasi ve libera­lizm, birbirlerinden tümüyle farklı soruların iki ayrı cevabıdır.

Demokrasi, "kamu gücünü kim icra etmelidir?" sorusunu "kamu gücünün icrası bir bütün olarak vatandaşlara aittir..." biçiminde cevaplandıracaktır. 

Diğer tarafta liberalizm, "kamu gücünü kimin icra ettiğine bakılmaksızın, bu gücün sınırları ne olmalıdır?" sorusunu "kamu gücü ister bir kişi, isterse halk tara­fından icra edilsin, mutlak olamaz; birey devletin müdahalesinin üzerinde ve ondan daha üstün haklara sahiptir" biçiminde cevaplayacaktır (1937, s.135).

Ortega şu noktaya işaret etmiştir: "İngiliz Devrimi liberalizmin; Fransız Devrimi demokrasinin açık birer örneğidir" (s. 128). Buna karşın, Amerikan Devrimi'nin amacı, Ortega'nın terimleri tanımladığı biçimiyle, hem demokrat hem de liberal bir hükümet yaratmaktır. Amerikan devriminin arka planındaki felsefe liberalizm­dir (Bailyn 1992). Kurucular, halkın tümünün te«cihi ile yönlendirilen bir yönetimi andıracak bir demokrasi yaratmaktan açıkça uzak durmaya çalışmışlardır (Dietze, 1985, s.225, 257-69). Fakat bir kere bir yönetim kurulmuşsa birileri bunu yürüte­cektir ve bu işi yürütmekle görevlendirilecek kişilerin seçimi demokratik bir işlem­le yapılacaktır. Kurucuların inancına göre bu seçim aracı toplumu yönetici bir elitin kontrolü altına düşmekten korumak için en iyi fırsatı sunmaktadır. Buna rağmen kurucular, yönetimin başındaki kişiyi vatandaşların doğrudan etkilerinden yalıtma­yı arzulamışlardır. Buna uygun olarak Anayasa, başlangıçta sadece Temsilciler Meclisi üyelerinin doğrudan halk tarafından seçilmesini öngörmüştür. Senatörler, yasama organı (meclis) tarafından seçilecektir. Başkan ise, yasama organı tarafın­dan seçilecek bir ikinci seçmen grubundaki eğitim görmüş kişiler tarafından belir­lenecektir. Yüce Divan üyelerini oluşturan hâkimler de başkan tarafından atana­caktır. Vatandaşlara doğrudan sorumlu olmayan bu yönetici memurların anayasal yetki sınırları içinde kalacakları kabul edilmiştir. Sadece Temsilciler Meclisi va­tandaşlara yönetim faaliyetlerini doğrudan kontrol etme fırsatım sunmuştur. Böyle­ce Anayasa, hürriyeti korumak, fakat demokrasiyi de geliştirmek için tasarlanmış olan sınırlı bir yönetim ortaya koymuştur. 

Anayasanın uyarlanmasından bu yana geçen yüzyıllarda federal hükümetler vatandaşlardan gelen baskılara karşı sürekli artan bir-sorumluluk altına girmiştir. İkinci seçmen heyeti uygulaması, hızla başkanın halk tarafından seçilmesi sistemi­ne dönüşmüştür. Eyaletlerde yapılan ilk başkan seçiminde eyalet yasama organı, oluşan temayül gereği kendi seçmenini kendisi belirlemiştir (anayasal olarak ge­çerli bir yöntemdi); fakat 1820'lerden sonra eyaletlerin çoğu doğrudan başkan se­çimi sistemine geçmiştir.2 1913 yılında onaylanan onyedinci anayasa değişikliği, senatörlerin doğrudan halk tarafından seçimini zorunlu kılmış ve Kurucular'ın amaç­ladıklarından çok daha fazla ölçüde federal hükümetleri demokratik baskılara açık hale getirmiştir. Bu gelişme liberalizmin aşınmasına ve halkın demokratik baskıla­rına tepki oluşturan kamu politikaları ile yerdeğiştirmesine yol açmıştır. Yüzeysel olarak liberalizm ve demokrasi, yönetimin iki farklı cephesi ile ilgili görünmekte­dir; fakat derine inildiğinde bunların daha yakın etkileşim içinde oldukları görülür. 

Demokrasinin yükselmesinin bedelini liberalizm ödemektedir. Eğer demokrasi ve liberalizm farklı ise ve muhtemelen birbirleriyle örtüşmeyen politik kavramlarsa, farklı ekonomik anlamlara sahip olacaklardır. 

Liberalizm ve Ekonomik Sistem, Ekonomik Liberalizm 

Bir ekonomik sistem olarak liberalizm düşüncesinin kaynağı politik liberalizm­dir. John Locke'un haklar konusundaki fikirleri modern liberalizm kavramı için entellektüel bir altyapı oluşturmuştur. Bu da sonuçta Amerikan Devrimi için bir destek sağlamıştır. Amerikan devrimi sırasında liberalizm kavramı nispeten ye­niydi. Bir fikrin önemini anlamak için, o fikrin genel olarak tanınmasından önceki yüzyıllardaki gelişmeleri izlemek gerekir. Ancak, modern anlamdaki liberalizm fikri, uygulamaya yönelik olarak, Amerikan Devrimi'nin yaklaşık bir yüzyıl öncesinde kurulan 1690, İngiliz, hükümetine Locke tarafından sunulan bir teze dayanır.(Ekonomide Liberalizm) 

Locke'tan önce insanlar, haklarını yönetimden aldıkları düşüncesini kabul edi­yorlardı. Locke'un devrimci düşüncesi, insanların bahşedilmiş doğal haklara sahip oldukları ve yönetime düşen rolün bu hakları korumak olduğu idi. Locke, buna ek olarak, mülkiyet kavramı hakkındaki düşüncelerde de devrim yaptı. Onun düşünce­sine göre, "doğal bir durumda mülkiyet sahipliği yoktur. İnsanlar ancak kendi emek­lerini mal ile birleştirerek mülk sahibi olageldiler. Her bir insan önce kendisine sahiptir. Hiç kimse kendisi dışında bir şeye sahip değildir. Bedeni ile harcadığı emeğin ve eli ile yaptığı işlerin kendisine ait olduğu söylenebilir" ([1690] 1967, ikinci tez, Bölüm 5, par. 7). Bir kişi bir kere mülk sahibi olunca, bir başkasının bu mülke meşru yoldan sahip olabilmesi ancak sahibinin rızasıyla (satış, hediye, bağış gibi yollarla devretmesiyle) sağlanabilir. 

Tezini Adam Smith'ten hemen hemen bir yüzyıl önce yazan Locke'un detaylı ve modern anlamda ekonomik tezler yazmış olmasını bekleyemeyiz. Bunun ya­nında, Locke'un politika felsefesinin sadece liberalizme dayalı bir ekonomik sis­temden fazlasını işaret ettiğini farketmiş olmamız da gerekir. Mülk sahipliğinin başlangıcını belirtmekle ve mülkiyet hakkının sosyal mutabakat ile korunan hak­ların ayrılmaz bir parçası olduğunu savunmakla Locke, yönetimden bağımsız {la-issezfaire) kapitalizmin kurumlarını savunuyordu.4 Bunun anlamı, diğer hakla­rın olduğu kadar üretimin de kişisel mülk olduğu idi (bu tartışma, Kari Marx'ın aykırı entellektüel hareketini başlatmasından 150 yıl kadar önce sosyalizme kar­şı olan ve kapitalizmi savunan bir tartışma idi). Demokrasinin liberalizme karşı bir alternatif olarak ele alınması hususunda Locke'un savunması, herhangi bir tür demokratik karar alma işlemine bağlı kalmaktan ziyade mülkiyet üzerindeki ta­sarrufun belirlenmesinde mülk sahibinin haklarını açıkça desteklemekteydi. 

Locke makalelerinde liberalizmi aynı anda hem ekonomik hem de politik sistem olarak tanımlamıştır. Gerçekte, Lockecu liberal ekonomik sistemin karakteristiği Lockecu politik sistemin karakteristiğinden çok daha açıktır. Locke'un ekonomik liberalizm hakkındaki görüşü özel mülkiyet fikrine dayanmaktadır. Doğal mülk sahipliği diye bir şey yoktur; bireyler kendi emeklerini tabiat ile birleştirerek mülk sahibi olabilirler. Ancak bu noktadan hareketle mülkiyet sahipliği açık biçimde elde edilmiş olur. Başkalarının mülküne meşru yollardan sahip olmak isteyen bir kimse, bunu ancak gönüllü takas, hediye veya bağış yollarıyla yapabilir. Bireyin tam bir mülkiyet sahibi olabildiği serbest piyasa ekonomisi Amerikan Devrimi'ne açıkça öncülük eden liberalizm kavramının bir parçası idi. Liberalizm, onsekizinci yüzyıl entelektüellerinin kafasında politik bir sistem olduğu kadar ekonomik bir sistemdi de. 

Amerikan Devrimi'nin entellektüel babaları, klâsik Yunan ve Roma yazarları­na aşina idiler. Onlardan az da olsa ilham almışlardı (Bailyn, 1992, s.22-24). Fakat bundan ziyade Avrupalı aydınlanmacı yazarları kaynak olarak aldılar. Bu yazarla­rın içinde Locke, Montesquieu, Voltaire ve benzerleri sayılabilir. Fakat Devrimin en önemli kaynağı özlü felsefe tezleri değil, sömürgelerde yaygın olarak dağıtılan broşürlerdi. Bu broşürlerde klâsik yazarlara sık sık atıf yapılmasına rağmen, atıf yaptıkları hususlar genellikle klâsik yazarların fikirlerini tam olarak temsil etmek­ten uzak olan basit süslemelerdi (Bailyn, 1992). Sömürgeler için bu broşürleri ya­zanların pek çoğu ilhamlarını Avrupalı aydınlanmacı yazarlardan almışlardı. 

Locke'un mülkiyet, kişisel haklar ve sosyal mutabakat düşünceleri Amerikan Devrimcileri için arka plânda bir entellektüel destek sağlamıştır. İlk defa 1720'de İngiltere'de basılan, sonraları baskıları sayısız defa tekrarlanan "Cato'nun Mek­tupları" devrime sebep olan genel halk desteğini yaratmıştır. 1775'lerde Amerikan gazeteleri devrime destek veren ve karşı olan yazılarla dolmuş, matbaalar, libera­lizmi destekleyen çok sayıda broşür basmaya yönelmişlerdi. Tarih boyunca vatan­daşlar yönetimlerin hizmetçileri olarak görülmüşken, yönetimin vatandaşların hiz­metçisi olması gerektiği yönündeki yeni fikirler, Amerikan devrimcileri arasında oldukça çok taraftar bulmuştu. Devrim, demokratik bir yönetim oluşturmayı değil, vatandaşların doğal haklarını koruyacak olan sınırlı bir yönetim oluşturmayı amaç­lamıştır. Locke'cu esaslara dayanarak liberal bir ekonomik sistem oluşturmak ve bunu desteklemek amacı yanında liberal ekonomik sisteme kurumsal destek sağla­mak için yeni bir yönetim tipi oluşturma eğilimi sergilenmiştir. 

Ekonomik İnsan Politikası 

Eğer ekonomik ve politik sistemler birbirlerinin ikizi yapılacaksa, özellikle eko­nomistler için, yirminci yüzyıl ekonomik sistemlerinin altında yatan politik sistem­lerin ne anlam taşıdığı üzerinde düşünmek gereklidir. Ekonominin politik ekonomi­den ayrılmasının bir sonucu, ekonomik insan olarak karikatürleştirilen insan tipinin ortaya çıkışıdır. Ekonomik insanın tek amacı, kazancını ve refahını en üst düzeye çıkarmaktır. Neoklâsik ekonominin en önemli öncü isimlerinden birisi olan C. E. Ferguson'un ifadesiyle "kısaca, bir tüketici, sınırlı gerilirinin belirlediği çerçeve içinde, alış-verişlerini en üst düzeyde tatmin olacağı biçimde düzenler" (1969, s.28). Neoklâsik çerçevede (birkaç özel durum dışında) tatmin olmanın veya fayda sağla­manın, basitçe, tüketicinin tükettiği mal ve hizmetlerin miktarının bir fonksiyonu olduğu varsayılmıştır. Bu varsayıma göre tercih "az" yerine "çok" yönünde yapı­lacaktır; böylece ekonomik insanın amacı, mal ve hizmet tüketiminde maksimum fayda elde etmektir. 

Ekonomik insanın bu karikatürü, ekonomist olmayan kişilerden gelen oldukça ciddî eleştirilerle karşılaştı. Çünkü bu karikatürde, herkesin sadece kendi tüketimini dikkate aldığı anlatılıyordu. Ekonomik insan materyalisttir; kendisinden başkasının durumunun ne olduğu onu ilgilendirmez; daha da önemlisi, kendi materyalist amaç­larını toplumun amaçlarından üstün tutar. Ekonomistler bu karikatürü, örneğin kamu malları teorilerinde ciddiye almışlardır. Bu teoriye göre halk, fırsat bulduğu anda bedava mal tüketmek için serbest yarışa girer. Sonuçta ortaya çıkan "piyasa başarı­sızlığını" düzeltmek için hükümetin müdahalesine gerek duyulacaktır.6 Fakat halk gerçekte ekonomistlerin varsayımlarında olduğu gibi bencil midir? 

Kelman (1987)'in düşüncesine göre ekonomistlerin varsayımları bireylerin dav­ranışlarını zehirleyerek kalıcı tahribatlar oluşturur. Ona göre insanlar özel sektör­de refahı maksimum yapacak davranışları gösterirken kamu sektöründe kamu-ruhu sergileyecek tarzda davranırlar. Bu insanlar vatansevercesine oylarını kullanırlar, kanunlara uyarlar, vergilerini öderler, hatta yapmak zorunda olmadıkları durumda bile diğer kamu-ruhu taşıyan davranışlarını sürdürürler. Ekonomik insan varsayı­mının politik davranışa uygulanmasıyla yapılan halk tercihi tahlili, bu konuda çalı­şan kişileri daha az kamu-ruhu taşıyacak tarzda davranmaya götürür. Muhakkak ki, tam olarak kamu-ruhu taşımayan daha pek çok davranış vardır; herkesin oy kullandığı söylenemez, kamu kurumlarında üst yönetim pozisyonlarında yasal ko­ruma altına alınmış pek çok kişi kanunlara tam uymaz. Mamafih, bütün bunlardan ötürü, daha çok kamu-ruhu taşıyan davranışların olması arzulanmaktadır ve belki de ekonomik insan bu ruhu taşımadığı için ayıplanmalıdır. 

Doğrusu, pek çok ekonomistle birlikte Kelman'ın eleştirilerinde verilen ekono­mik insan tanımlaması, neoklâsik ekonomi modellerine fiilen konu olan ekonomik insan tarifinin belirgin biçimde dışına düşer, fakat (diğerlerini bir tarafa bırakarak) ekonomistler bu gerçeği nadiren farketmişlerdir. Çünkü bu ekonomistler neoklâsik çerçevenin esaslarını biçimlendirdiği dolaylı olarak varsayılan politik kurumları dikkate almamışlardır. Ekonomik insan, üretici ve tüketici olarak piyasa faaliyetle­ri içinde satınaldığı ve sattığı herbir şeyden daima mümkün olan en çok faydayı sağlamak ister. Fakat neoklâsik ekonomi çerçevesi içinde, oluşan piyasa fırsatları, ekonomik insan için bu bağlamdaki tek tür fayda sağlama aracıdır. Bunu açıkla­mak için şu soruyu soralım: "Ekonomik insan eline geçen herhangi bir fırsatta bir sıçrama yapmak için en iyi arkadaşına sırtını dönecek midir?" Ortaya konulan model, bunu yapacağına ait bir ip ucu vermez; çünkü neoklâsik modelin tanımla­dığı insan başkalarıyla sadece alış-veriş aracılığı ile temas eder. Bir başka soru daha soralım: "Ekonomik insan güzel bir gün batımı (gurup) seyretmeyi ya da arkadaşlarıyla havadan-sudan sohbet etmeyi değersiz mi görür?" Buna verilecek cevap, "neoklâsik modelde ekonomik insanın yapabileceği tek şeyin alış-veriş ve bir üretim işleminde girdileri bir araya getirerek daha çok ürün elde etmektir" olacaktır. Kısaca, bu ekonomik insan modeli, insanlar-arası ilişkilere, estetiğe, hatta politikaya değil sadece üretim ve tüketim faaliyetlerine uygulanır. 

Bunlara rağmen, neoklâsik model ekonomik insanın varsayılan politik davra­nışları hakkında bazı göstergeler sunar. Önce de belirtildiği gibi, her bir ekonomik teori ya da mode dolaylı bir politik temele sahip olmalıdır. Neoklâsik modelin da­yandığı dolaylı politik temel ise politik liberalizmin ekstrem bir versiyonudur. Her­kes oluşan tüm fırsatlardan bütünüyle bilgilendirilir. Yapılan bu bilgilendirme, ola­bilecek sahtekârlığı veya yanlış bilgilendirmeleri kontrol eder. Bütün mülkiyet hakları net olarak tanımlıdır ve asla ihlâl edilmez.7 Çalma veya hak gaspı yoktur. Hiç kimse kanunları ihlâl etmez, suç sayılan davranışlarda bulunmaz.8 Bir ekonomik insan, bir başkasının malına ancak mutabakat sağladıkları bir ücret karşılığında sahip olabilir. Neoklâsik modelin esas şeklinde hükümet, polis ve mahkeme yok­tur. Bunlara ihtiyaç duyulmaz; çünkü bütün haklar net biçimde tanımlanmıştır. Herkes başkalarının haklarına saygı gösterir. 

Şurası açıktır; neoklâsik model, ekonomik insanın tek amacının mal ve hizmet tüketiminden maksimum fayda sağlamak olduğunu, fakat bunu da tamamıyla onur­lu biçimde yaptığını varsayar. Ekonomik insan hile yapmaz, sahtecilikle uğraşmaz, fırsatlar ona uygun ortamı sunsa bile o çalmaz. Neoklâsik modelde sayısız fırsatlar oluşmalıdır; çünkü piyasa ekonomisi düzensizdir ve asayişi yoktur. Neoklâsik eko­nominin politik altyapılarından birisi liberalizmdir. Bu oluşum içinde insan kaya sertliğindeki ilkelerin bir öğesidir. Eğer kamu sektörüne bu tür davranışın bir pro­jeksiyonu yapılmış olsaydı, ekonomik insan sadece ilkeli bir insan olacaktı. Rüşvet olmayacaktı, kişisel çıkarlar için kamunun genel çıkarları kurban edilmeyecekti, politik skandallar olmayacaktı. Ekonomik insan, başkalarının haklarına saygı gös­terdiği kadar kendi vatandaşlık sorumluluklarını da kabul etmelidir.

Tamamıyla ekonomik bir açıdan bakan bir kimse, neoklâsik ekonomi çerçeve­sinde politik kurumların olmadığını ileri sürebilir. Fakat bu doğru değildir. Mülkiyet hakkı bir biçimde tanımlanmalıdır. Kaynakların nasıl dağıtılacağını belirle­mek üzere birilerinin yetki (ve sorumluluğu) olması gerekir. Neoklâsik çerçeve varsayımlarını, insanların mal ve hizmetleri başkalarından ancak karşılıklı mu­tabık kalınan bir ücret ödeyerek satın alabilecekleri varsayımı kadar güçlü olan net tanımlı ve herkesin saygı gösterdiği özel mülkiyet haklan üzerine oturtur. Böylece, neoklâsik ekonomi çerçevesi liberalizmin politik temelleri üzerine sağ­lam biçimde bina edilmiştir. Standart neoklâsik model için zarurî olan esasları sağlaması nedeniyle liberalizm, ekonomik bir kavram olduğu kadar politik bir  kavramdır da. 

İlerleyen bu tartışmanın geldiği nokta, gerçek insan davranışını tanımlamaktan daha çok ekonomik insanın motivasyonlarının tamamıyla bencil olduğu hakkındaki söylenti balonunu patlatmaktır. Evet, varsayımlara göre onun ahş-verişlerden en fazla menfaati sağlamaya çalıştığı doğrudur; ancak yine varsayıma göre bunu sade­ce en onurlu ve ilkeli tarzda (karşılıklı mutabakat sağlanan piyasa alış-verişi yoluy­la) yapar. Eğer insanlar, kamu sektöründe de gerçekte neoklâsik modelin ekonomik insan davranışı olarak varsaydığı gibi davranıyor olsaydı, politika çok daha fazla sivil olacaktı. Ekonomik insan ekonomik ve politik hürriyet sınırları içinde faaliyet gösterir, başkalarının haklarına saygılıdır. Her ne kadar çoğu ekonomik modelin politik yönleri açıkça ortaya konmuş olmaktan ziyade dolaylı biçimde veriliyorsa da, ekonomik insan, ekonomik ve politik hürriyet sınırları içinde faaliyet gösterir, başkalarının haklarına saygılıdır. Sonuçları itibarıyla neoklâsik ekonomik model yukarıda verilen türden ilkeli davranışlara dayanır. Buna göre yirminci yüzyılın neoklâsik ekonomisi, John Locke'un öngördüğü ilkelerin aynısına dayalı olarak tanımlanan bir ekonomik sistemdir. 

Bir Ekonomik Sistem Olarak Demokrasi 

Demokrasinin ekonomik sistem olduğu fikri oldukça soyut bir fikirdir çünkü demokrasinin ekonomiye yol gösterebileceği çok sayıda kurum tipi tasarlanabilir. Lockecu liberalizm görüşü, olabildiğince salt olan piyasa ekonomisini ifade eder. Bu ekonomide bütünüyle sahibinin kişisel tasarrufundaki bir mülkiyet söz konusu­dur. Liberal ekonomik sistemin alternatifi, bireysel mülk sahiplerinin mülklerinin tasarrufu hakkına sahip olamadığı bir sistemdir. 

Geçen yüzyılda ekonomik liberalizme hayat veren kapitalizm, mülkiyetin kullanı­mı hakkının birey yerine tamamıyla toplum tarafından belirlendiği sosyalizmin karşı­sında olmuştur. Sosyalizmin bu konsepti tam açık olmayan, müphem bir konsepttir. Bir bireyin mülkiyet tasarrufu hakkında nasıl karar verdiğini anlayabiliriz; ancak top­lum nasıl karar verebilir? Yirminci yüzyıl sosyalizminde bu soruya verilen güncel cevap "bir diktatör aracılığı ile" idi. Diktatör, diğer bireylerin sorumluluğunu üslen­mek veya görevi yürütmek üzere merkezî bir planlama bürokrasisi oluşturarak kay­nakların tahsisini belirleyecektir. Her halükârda kollektif karar alma işlemi, diktatörü karar alma otoritesi olarak donatmak ve bir hiyerarşi temayülü içinde diktatörün aldı­ğı kararların görevli memurlar tarafından yürütülmesini sağlamaktır. 

Kavram olarak böyle bir sistem, kaynakların sahipliğinin bir tek kişiye veril­miş olduğu kapitalizmin bir türünün de var olmasına rağmen, sosyalizmden ziya­de kapitalizme daha yakındır. Yirminci yüzyılda yaşanan tecrübeler göstermiştir ki, kendilerini sosyalist olarak tanımlayan ekonomiler kollektif mülk sahipliğinin hiçbir türüne sahip olmamışlardır. Kaynakların genel olarak nasıl tahsis edileceği hakkına politik liderlerin sahip olduğu bir yerde hiç kimsenin kendi şahsi servet­leri dışında herhangi bir kaynağın kullanımı hakkında söyleyebildiği pek bir şey yoktur. Halkın kollektif olarak ekonomik kaynakların nasıl kullanılacağını belir­leme hakkına sahip olacağı bir sistem sosyalizmin ruhuna daha yakın olacaktır. Bu fikir demokratik ekonomi sistemine işaret etmektedir.

Politik bir sistem olarak demokrasi, yönetimdeki liderlerin demokratik bir ka­rar alma işlemi ile seçileceği anlamına gelir. Çoğu araştırmacının belirlediği gibi, eğer çoğunluğun gücü üzerine belirgin sınırlar konulmuşsa, politik demokrasi ekonomik liberalizmle birlikte var olacaktır.9 Fakat politik liderlerin seçimi kadar kaynak tahsisini belirlemede de demokratik karar almanın sağlanması için, de­mokrasi ayrıca ekonomik sisteme doğru da genişletilebilir. Gerçekte politik de­mokrasinin ekonomik demokrasi içinde gelişmeye doğal bir eğilimi olduğuna inan­mak için geçerli nedenler vardır. Kari Polanyi'nin işaret ettiği gibi, "sosyalizm esas olarak bir endüstri medeniyetinde kendi kendisini düzenleyen piyasayı aş­mak için bilinçli olarak onu demokratik toplumun emri altına koyan bir eğilimdir" (1944, s.244). 

Bir ekonomik sistem olarak liberalizm, takasların gönüllü olarak yapıldığı, mülkiyet hakkına saygı duyulduğu ve bu hakkın teminat altına alındığı anlamına gelir. Fakat toplumda herkes, daha önce açıklanan ekonomik insan gibi aynı ilkele­re sahip değildir. Buna bağlı olarak da bireysel mülkiyet hakkını güçlendirmek için bir hükümete ihtiyaç vardır. Hükümet, tek kişi bile istemiş olsa, liberalizmi koru­mak için kuvvet kullanır. Eğer bireyler, aralarındaki çatışmayı barışçı yollarla tes­kin edememişlerse, hükümet kendinde bulunan düzeltme gücünü kullanarak bu ça­tışmayı sakinleştirir. Hükümet, çatışmaları teskin etmede, bireysel mülkiyet hakla­rını tanımlamada ve güçlendirmede bireylerin davranışlarını düzenler. Yapacağı bu faaliyetlerin fınansı için vergi toplar (ki bu vergiler ayrıca liberalizmi zayıflatıcı potansiyele sahiptir). 

Politik kararlar demokratik yollardan alındığı zaman, hükümet çoğunluğa karşı son derece sorumlu olacaktır, böylece, sizi şaşırtmasın, politik işlemler yoluyla alı­nan kararlar ekonomik liberalizmi korumaktan ziyade çoğunluğa hizmet edecektir. Birleşik Devletler'de vergiler başlangıçta hükümet faaliyetlerinin finansmanı için toplanmaktaydı. Fakat iki yüzyıllık bir vergilendirme süresinden sonra bu vergilen­dirme sistemi öylesine bariz biçimde halka yeniden dağıtım haline gelmiştir ki sistemin yeniden dağılımda oynadığı rol hakkında ciddî sorular artık sorulmaz ol­muştur. Yirminci yüzyılın sonunda yaygın olarak bireylerin bile liberalizm savu­nucusu olmaları istenmeye başlanmıştır. Milton Friedman ve Alan Peacock gibi düşünürler vergi sisteminin halka yeniden dağıtım özelliğini öne çıkarıcı fikirler ileri sürmüşlerdir. Dvvight Lee (1989)'nin ileri sürdüğü gibi, neoklâsik refah ekonomileri tarafından da tanımlandığı biçimde, hükümetlerin daha etkin kaynak tahsisindeki teorik potansiyellerine rağmen politik gerçek şudur; demokratik poli­tika, politik gücü elinde tutanların kişisel menfaatleri için hükümetleri kaynak tahsisinde etkin olamamaya doğru sürükler. 

Halkın kendi mülkünü kullanmada hangi haklara sahip olduğunu belirlerken, demokratik karar alma işlemi, liberalizmin ilkelerinden ziyade çoğunluğun arzusu­nu dikkate almaya yönelir; toprak kullanımı kesin biçimde düzenlenmiştir; iş söz­leşmelerinin çoğu karakteristiği artık kanunlarla belirlenmiştir; bunun içinde bir işçiye ne kadar ödeneceği, yaptıkları işten işçilerin hangi menfaatleri elde edecek­leri ve benzer hususlar bulunur. Hükümetler piyasaya sürülen ürünlerin özellikleri­ni kontrol eder. Bu kontroller örneğin ürünün izin verilen boyutlara uygunluğu, ürün üzerinde hangi bilgilerin bulunması gerektiği, nasıl kullanılacağı (hatta bu belirli mal ve hizmetlerin arzının yasaklanmasına kadar genişleyebilir) gibi husus­lar üzerinde yapılır. Ekonomik liberalizm çoğunluğun arzusuna kurban edilmiştir. 

Ekonomik demokrasinin ekonomik liberalizme göre avantajları tartışılabilir. Fakat her halükârda demokrasi, kaynak tahsisini çoğunluğun belirlediği bir ekono­mik sistemdir. Çoğunluğun gücü, demokrasinin ekonomideki rolünün azaltılmasıy­la yasal yollarla sınırlanabilir. Ancak hükümet harcamaları ve düzenlemeler geniş­ledikçe, artarak büyüyen kaynak paylaşımı demokratik karar alma mekanizmaları ile sağlanacaktır. Tam liberal bir ekonomik sistem demokratik bir hükümete sahip olabilir; fakat demokrasinin rolü en aza indirilmiş olmalıdır. Ekonomik kaynakla­rın tahsisinde demokrasinin fazla olması, daha az liberalizm demektir. 

Mukayeseli Ekonomik Sistemler 

Yirminci yüzyılın başlarında politik ekonomi, ekonomi ve politik bilimler ola­rak ikiye ayrıldıktan sonra, ekonomi kendi içinde çok sayıda uzmanlık alanlarına bölünmüştür. Bunlardan birisi mukayeseli ekonomik sistemlerdir. Bu yüzyılda dünyadaki politik bölünmeleri öğrenmek isteyen mukayeseli ekonomik sistemler uzmanları, politik yapıları büyük çapta bir tarafa bırakarak öncelikle kapitalist ve sosyalist ekonomiler arasındaki farklarla ilgilendiler. Bu uzmanlar kapitalist eko­nomileri üretim araçlarının kişisel sahipliği ve kaynakların piyasa tarafından tahsi­si ile karakterize etmişlerdir. Sosyalist ekonomiler ise üretim araçlarının kişisel sahipliğinin olmadığı sistemler olarak tanımlanmıştır. 

Kapitalizm kavramının anlaşılması hayli kolay olmasına ve daha önce tartışılan Locke'cu liberal ekonomi ile örtüşmesine rağmen, sosyalizm kavramı tamamıyla açık değildir. Bir kapitalist sistemde kişisel mülk sahipleri, ister tüketim malı, ister sermaye, isterse doğal kaynak olsun, sahibi oldukları varlıklarını nasıl kullanacak­larını belirleme gücüne sahiptirler. Sosyalist sistemde kaynak tahsis yöntemi belir­siz bırakılmıştır. Böyle bir bakış açısından sosyalizm tümüyle bir ekonomik sistem değildir; çünkü bir ekonomik sistem ekonomik kaynakların nasıl tahsis edileceğini belirlemek için bir mekanizmaya sahip olmalıdır. 

Kari Marx, Das Kapitalde ve diğer yazılarında kapitalist sistemin çok fazla eleştirisini yapmıştır (kapitalizme bu ismi Marx vermiştir) ve üretim araçlarının kişisel sahipliğinin kaldırılmasını savunmuştur. Fakat yerine gelecek olan sosyalist sistemde kaynakların nasıl tahsis edileceğinin projesini vermemiştir. Böylece 1917'de, Sovyetler Birliği kurulduğu zaman, kurucular hangi ekonomik kurumları tasfiye edeceklerini biliyorlardı; fakat bunların yerini nelerin alacağı konusunda açık bir düşünceleri yoktu. Sovyetler Birliği kurulduktan kısa bir süre sonra Avus-turya'lı ekonomist Ludwig von Mises, sosyalist ekonominin yürümeyeceği iddia­sıyla sosyalizmi destekleyenlere meydan okudu. 1919'da Viyana Ekonomi Toplu­luğuna yaptığı bir konuşmada Mises, rasyonel ekonomi hesaplamaları ve buradan da rasyonel kaynak tahsisi için piyasa fiyatlarının gerekli olduğunu ileri sürdü. Dolayısıyla merkezden plânlanmış bir ekonomi başarısız olmaya mahkûmdu." 

Sosyalizm fikrini destekleyen ekonomistler Mises'in meydan okumasını, üretim araçlarının kişisel mülkiyetinin olamayacağı, daha çok merkezî planlamacıların, piyasa fiyatlarının ve kaynaklarının piyasaca tahsisini taklit etmeye yöneleceği bir piyasa sosyalizmi teorisi geliştirerek cevaplamışlardır (Lange and Taylor, 1938; Lerner, 1944). Bununla Mises'in en büyük iddiasını çürüttüklerini ileri sürdüler. Eğer bunların argümanları doğrulanmış olsaydı, bir ekonomide üretim araçlarının sosyalist sahipliği ile piyasanın nasıl karşılıklı var olabileceklerini göstermiş ola­caklardı. Fakat Mises ve Hayek, piyasa sosyalizminin destekçilerinin, sosyalizme getirilen eleştirileri yanlış anladıklarını ve kaynakların akılcı tahsisinin, teoride bile olsa mümkün olamayacağını söyleyerek bunları cevaplamışlardır. 

Piyasa sosyalistlerini ve aslında tüm sosyalizm tiplerini en acımasız eleştiren düşünür Hayek'ti. O, demokratik sosyalizmin işlemeyeceğini ve sosyalist devletle­rin hepsinin eninde sonunda diktatörlüğe yöneleceğini iddia etmiştir (Hayek, 1944). Herkesin takdirini toplayan argümanlarını tamamlayıcı olarak, Hayek, 1945 yılın­da yazdığı makalesinde ekonomist meslektaşlarına sunduğu iddialarında, bir eko­nomide kişilerin sahip olduğu ve birbirlerine aktardığı güncel ve yerel bilgilerin etkin kullanımıyla piyasanın başarıyla işletileceğini; fakat merkezî plânlama otori-tesiyle etkin bilgi alış-verişinin yapılamayacağını söylemiştir. Piyasa, etkinliğini arttırmak, yeni ya da daha iyi mal ve hizmet sunmak, veya gerekli diğer yenilikleri yapmak için kişilerin kaynak kullanmadaki tasarrufuna izin vererek, güncel ve yerel geçerliliği olan bilgilerden yararlanır. Kişisel kazançlar ve kayıplar, kaynakla­rın etkili tahsisinin ödüllendirilmesinde veya cezalandırılmasında hayatî rol oynar. Sistemin yaşaması, ekonomik kaynakların kişisel mülkiyet altında olmasına bağlı­dır. 

Kaynaklara kamunun sahip olması, bunların etkin kullanımını birkaç açıdan engeller. Öncelikle kişisel mülk sahipliğinin aksine, alınan kararlardan doğan so­nuçların ucu bu kararlan alanlara dokunmayacaktır. Tipik olarak, ne alınan yanlış kararların cezaları ne de doğru kararların ödülleri onların umurundadır. Daha da kötüsü, yönetimin karar alıcıları doğru karar aldıkları için ödüllendirilmek yerine, sanki yanlış karar almak üzere görevlendirilmiş gibidirler. Bunun sonucunda, yö­netimin merkezî karar alması, kişisel karar alma yönteminden çok daha az verimli olacaktır. Mises ve Hayek, yirminci yüzyıl ortalarında sosyalist hesaplama tartış­malarında piyasa ekonomisini savunurlarken bu fikirleri pek kabul görmemişti.12 Gerçekte Mises'in ölüm yılı olan 1973'te Nobel ekonomi ödülü ile payelendirilen Paul Samuelson, her ne kadar Sovyetler Birliği'nde kişi başına düşen millî gelir Birleşik Devletler'deki gelirin yaklaşık yarısı idiyse de, kaynakların piyasadaki tah­sisi üzerinde merkezî otoritenin üstünlüğünün Sovyetler'de daha hızlı bir büyüme oluşturduğunu ileri sürmüş ve bir projeksiyon yaparak, Sovyetlerin Birleşik Dev­letler'deki gelir düzeyini muhtemelen en erken 1990'da, daha emin bir tahminle 2010 yılında yakalayacağını ileri sürmüştü (1973, s.883). 

Mukayeseli ekonomik sistemler öğrencileri gibi, piyasa sosyalizmi taraftarları da politik ve ekonomik sistemleri tamamıyla ayrı yapılar olarak algılamışlardır. Hatta, merkezî plânlamaya karşı serbest piyasa konusunu, kaynaklarm kollektif sahipliğine karşı kişisel sahipliği konusundan bağımsız düşünmüşlerdir. Buna kar­şın Mises ve Hayek, piyasa sisteminde Lockecu görüşü esas aldılar. Bu sistemin işleyişinin kişisel mülkiyete, mülkiyet haklarının korunmasına ve takasın serbest olmasına dayandığım savunmuşlardır. Bunların görüşüne göre, Locke'un tanımla­dığı biçimdeki serbest piyasa ekonomisi liberalizmi gerektirmektedir. Liberalizm­den uzaklaşmak sosyalizme yaklaşmaktır. Politik ve ekonomik sistemler ayrılmaz şekilde birbirlerine bağlıdırlar. 

Kaynak: Randail G. HOLCOMBE

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005