Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Küreselleşen Krizler ve Türkiye

Giriş

Sosyal bir olay şeklinde gerçekleşen ekonomik faaliyetlerin mahiyeti ve muhtevası, bu olayların meydana geldiği zaman ve ortama göre değişim göstermektedir. Sosyal olayların dinamik karakterine bağlı olarak tarihi seyri içinde ekonomik faaliyetlerin gösterdiği deği­şim, çeşitli iktisat teorilerinin ve iktisadi düşünce akımlarının varlığını ortaya çıkarmıştır.

Temel değişim noktaları ile ele alınıp izah edilmeye çalışılan bu teori ve düşünce akımları iktisat tarihi içinde başlıca,

1- Skolastik düşünce akımlarının egemen olduğu dönem
2- Merkantilist iktisadi düşünce akımlarının egemen olduğu dönem,
3- Fizyokratik düşünce akımlarının egemen olduğu dönem,
4- Liberal ve kollektivist düşünce akımlarının (veya klasik iktisadi düşüncenin) egemen olduğu dönemlere ayrılabilir.
5- Liberal düşünce akımları da tarihi seyri içinde ve sosyal olayların gösterdiği ma­hiyet değişimine bağlı olarak günümüze doğru ayrıca, a) Klasik iktisadi düşünce, b) Neo-klasik iktisadi düşünce, c) Keynezyen iktisadi düşünce, d) Post-keynezyen iktisadi düşünce ve e) Post-modern iktisadi düşünce akımları şeklinde bir alt ayrıma da tabi tutulabilmektedir.

Aynı şekilde kollektivist düşünce akımları da, tarihi seyri içinde çeşitli sosyalist düşünce akımları şeklinde alt ayrıma tabi tutulabilmektedir. 

Bu düşünce akımlarının tarihi seyri içinde bu şekilde değişik mahiyet ve kapsamda ortaya çıkmasının temelinde, sosyal olayları meydana getiren insanın sınırsız ihtiyaç özelliği göstermesi; buna karşılık bu sınırsız ihtiyaçlarını karşılamada kullandığı kaynakların yeryüzünde sınırlı bir şekilde yaratılmış olması yatmaktadır. Yeryüzünde ilk günden bugüne sayıca sürekli bir artış gösteren insanın, aynı yeryüzünü ve buradaki sınırlı kaynakları giderek daha çok sayı ile paylaşmak zorunda kalması, yani ekonomik faaliyetlerin bu değişen muhteva içinde gerçekleştirilmesi, ekonomik faaliyetlerin oluşumunu teorik ve uygulamalı yönleri ile ele alıp izah eden değişik varsayım, ilke ve kuralların tespit ve ifade edilmesine imkan vermiştir. 

Nitekim bu gelişme doğrultusunda, yıl­larca liberal doktrine bağlı olarak kendini gös­teren klasik iktisadi düşünce ve klasik ekono­mik sistem kendi kanun ilke ve kuralları için­de ele alınmış ve uygulama alanı bulmuştur. Ancak zaman içinde sosyal olayların dinamiz­mine bağlı olarak temel varsayımları ve dola­yısıyla ilke ve esasları ortadan kalkan bu dü­şünce akımı iflas ederek onun yerine Keynez­yen düşünce akımı veya modern ekonomi te­orisi kabul görmeye başlamıştır. Özellikle 1929-30 Genel Ekonomik Krizi'nin de yaş an­ması ile geçerliğini kaybeden klasik düşünce akımı yerine geliştirilen Keynezyen düşünce akımında, ortaya çıkan temel ekonomik ve sosyal sorunların çözümü için devlete önemli görev ve fonksiyonlar verilmiştir. Esas itibariy­le ekonomik ve sosyal refah devleti kabulüne bağlı olarak verilen bu görevler ana başlıkları ile istikrar, kalkınma, gelir ve kaynak dağılımı şeklinde toplanabilir. Gelinen noktada ayrıca bilim ve teknoloji alanında kendini gösteren baş döndürücü gelişmeler sonucu, dünya üze­rindeki ülkelerin gelişmişlik farklılıkları itiba­riyle birbirlerinden tamamen kopmaları ile uluslararası ekonomik, sosyal ve siyasi müna­sebetlerde büyük kopukluk, dengesizlik ve huzursuzluklar kendini gösterdiğinden yeni yaklaşım içinde bu sorunlara da çözüm aran­ması gerekli olmuştur. Bu anlayışa bağlı ola­rak 1970'lere kadar ekonomik ve sosyal faali­yetlerde büyük ölçüde Keynezyen anlayış ha­kim olmuş; ancak bu sıralarda yavaş yavaş kendini göstermeye başlayan ve devletin aşırı ve hantal büyümesinden doğan istikrarsızlık ve uyumsuzluk kaynaklı sorunlar, bu düşünce akımının da ciddi biçimde sorgulanmasını ge­rekli kılmış ve bu süreçte değişik bakış açıla­rıyla oluşturulan yeni istikrar yaklaşımları or­taya çıkmıştır. Yeni monetarist yaklaşım, ras­yonel beklentiler yaklaşımı, arz yönlü iktisat yaklaşımı, yapısalcı yaklaşım ve kamu tercihi ve anayasal iktisat yaklaşımı bu konuda ilk akla gelen yaklaşımlardır.

Aynı süreçte kollektivist doktrine bağlı olarak ortaya atılan ve geliştirilen sosyalist ik­tisadi düşünce ve ekonomik sistem anlayışı da belirli bir süre gerek düşünce planında gerek­se Dünya'nın belirli bölgelerindeki uygulama­larıyla kendini kabul ettirmiş; ancak doktrinin temel zaafları sebebiyle özellikle uygulamada ortaya çıkardığı sorunlar nedeniyle 1980'lere gelindiğinde iflas etmiştir. 1980'lerin sonlarında bu sistemin uygulama alanını teşkil eden Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği dağıl­mış ve bu dağılan bölgedeki ülkelerde piyasa ekonomisine geçiş süreci başlatılmıştır. Geçiş ekonomileri olarak nitelendirilen bu ülkelerin piyasa ekonomisine geçiş sürecindeki konumları ve yaşadıkları sorunları esas alan ve münhasıran geçiş ekonomilerine tahsis edilen önemli çalışmalar yapılmaya başlanmıştır.

Bilim ve teknolojide alanında meydana gelen değişmelerin gittikçe artan bir hızda devam etmesi ile sosyal olayların ve onun teme­lini teşkil eden ekonomik faaliyetlerin mahiyet ve muhtevasında çok önemli değişiklikler olmuş ve önce kendini bir ölçüde hissettirme­ye başlayan "küreselleşme veya globalleşme" olgusu belli bir süre sonra bütün sosyal Ve ekonomik olaylarda yönlendirici duruma gelmiştir. Esasen bu gelişmenin zorlaması ile yakın yıllarda ciddi ekonomik, sosyal, mali Ve siyasi bütünleşme hareketleri hız kazanmış Ve zaman içinde kendini yenileyerek devam et­miştir. Denilebilir ki günümüze damgasını vuran en önemli gelişme "küreselleşme" olgusudur. Artık her bir faaliyetin ve hareketin oluşumunda konuyu küreselleşme boyutu ile de­ğerlendirmek zorunluğu vardır. 

Küreselleşme Hareketi ve Küresel Krizler

 

Sosyal olayların dinamik karakterini ifade için ortaya atılan, "fen bilimlerinde kendi­ni gösteren miktar-aksiyon işleyişinin sosyal olaylarda da meydana geldiği" görüşü zaman içinde doğrulanmıştır. Gerçekten, fen bilimle­ri sahasında nasıl herhangi bir olayın etkisi veya aksiyonu, o olayı meydana getiren unsu­run miktarı, hacmi, kapsamı veya büyüklüğü ile doğru orantılı olarak ortaya çıkıyorsa; sosyal bilimler sahasında meydana gelen her hangi bir olayda da, o olayın sosyal bünyede meydana getirdiği etki, olayı meydana getiren değişkenin miktarı, hacmi ve büyüklüğü ile doğrudan ilgilidir. Esasen bu ilişkiye bağlı ola­rak, klasik iktisadi düşüncenin temel varsayım ve kabulleri doğrultusunda devlete verilen asli fonksiyonlar, devletin güvenlik, asayiş, ada­let ve diplomasi hizmetlerinden sorumlu olmasıdır. Bu temel fonksiyonları nedeniyle, klasik iktisadi düşüncenin egemen olduğu dö­nemlerde devletin ekonomik ve sosyal fonk­siyonları ihmal edilmiş, başka bir ifade ile bu mahiyetteki sosyal olaylar kamusal boyut için­ de bir sorun olarak mütalaa edilecek büyüklükte görülmemiş ve bu sorunlara kamusal hizmet Çözümü ile yaklaşılmamıştır. Ancak za­manla, sosyal olayların dinamik gelişim seyri, klasik iktisadi düşüncenin temel varsayım ve kurallarının etkinliğini kaybetmesine; serbest piyasa ekonomisi işleyişinin yerini neredeyse bütünüyle aksak rekabet piyasasına terk eder hale gelmesine yol açmıştır. Bu mahiyette kendini gösteren sosyal olaylar ve dolayısıyla ekonomik ve sosyal sorunlar karşısında devlete yeni görev ve fonksiyonlar yüklenmiştir.

Zaman içinde bilim ve teknoloji alanın da meydana gelen baş döndürücü gelişmelerin de etkisiyle, sosyal olayların mahiyetinde­ki değişmeler, giderek daha değişik boyutlar­da ve karmaşık ilişkiler içinde kendini göster­meye başlamıştır. Böylece, sosyal olayların zaman içinde daha büyük boyutlarda, daha yoğun ve daha karmaşık ilişkiler içinde meydana gelmesi, miktar aksiyon işleyişinin de etki­siyle, her yeni dönemde her bir sosyal olayın daha güçlü ve daha değişik boyutlarda yeni aksiyonlar meydana getirmesine neden olmuştur. Sosyal olaylara bu gelişme doğrultusunda bakıldığında özellikle yirminci yüzyılda ekonomik, mali, sosyal ve siyasi alanda yaşa­nan değişme ve gelişmeler daha tutarlı ve anlamlı açıklamalara kavuşmaktadır. 

Nitekim, Birinci Dünya Savaşı, 1930 Genel Ekonomik Krizi ve 2. Dünya Savaşı gi­bi temel değişim ve dönüşümlere sebep olan olaylar sonrasında ekonomik, mali, sosyal ve siyasi alanda ulusal ve uluslararası seviyede kendini gösteren gelişmeler çok dikkate de­ğer boyutlar kazanmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Dünya haritası yeniden çizilmiş; ABD etrafında oluşturulan Batı Bloku ile Rus­ya etrafında oluşturan Doğu Bloku yeni dün­yayı iki kutuplu güçlerin çatışma alanı haline getirmiştir. Ayrıca, daha önceki sömürge dü­zenlerinin çarpıcı bir sonucu olarak, yirminci yüzyılın başlarında dünya ülkelerinin çok önemli bölümü gelişmişlik ölçülerine göre ge­ri kalmış veya az gelişmiş ülke statüsü göste­rir konuma gelmişlerdir. Dünya ülkelerinin yeni konum ve statüleri bu dönemde ekono­mik, sosyal, kültürel ve siyasi alanda ulusal ve uluslararası seviyede yeni ilişkilerin geliştiril­mesine sebep olmuş; böylece bu dönemde yeni bir anlayışla bölgesel ve küresel birleşme ve bütünleşme ifade eden örgütler teşkil edil­miştir. Birleşmiş Milletler Teşkilatı, GATI, NA­TO, Varşova Faktı, OECD, COMECON, AET, IMF, Dünya Bankası, Avrupa Yatırım Bankası ve serbest ticaret bölgeleri bu dönemin belli başlı bölgesel ve küresel birleşme ve bütün­leşme hareketleridir. 

Bu tür birleşme ve bütünleşme hareketleri yanında bu dönem, yukarıda da ifade edildiği gibi, kutuplaşmaların ve özellikle so­ğuk savaşların hız ve yoğunluk kazandığı bir dönem olmuştur. Bilim ve teknoloji alanında kendini gösteren gelişmelerin çok büyük bir hız ve yoğunluk kazandığı bu dönemde bu gelişmelerin de etkisiyle ülkeler ulusal ve uluslararası seviyede birbirlerinden önemli öl­çüde kopuk ve çatışmalı hale gelmişlerdir. 

Bir yandan bu tür gelişmeler meydana gelirken bir yandan da sosyal olayların dina­mik gelişme seyri hükmünü İcra etmeye de­vam etmiş ve özellikle teknolojik gelişmelerin ulaştırma ve iletişim alanında getirdiği yeni imkanlar içinde ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasi oluşum, ilişki ve faaliyetler yeni boyutlar kazanmaya başlamıştır. 

Böylece, önceki yıllarda kendini yavaş yavaş hissetirmeye başlayan küreselleşme, önce kavram olarak algılanmaya ve anlaşılma­ya başlanmış sonra da yeni bir döneme dam­gasını vurmaya hazır hale gelmiştir. Gerçekten bilim ve teknolojinin sunduğu en son imkan­lar içinde ekonomik ve sosyal faaliyetlerin ka­zandığı yeni muhteva önceki yıllarla kıyasla­namayacak duruma gelmiştir. Özellikle ulaş­tırma, haberleşme ve iletişim alanındaki yeni imkanlar ekonomik, sosyal, siyasi, kültürel, turistik, ticari ve mali faaliyetlerde dünyayı bir köy durumuna getirmiş; diğer bir deyişle, olayların algılanması ve oluşumu artık küresel boyut içinde kendini göstermeye başlamıştır. Bütün bu gelişmelerin çağa damgasını vuran yönü, insanların artık teknik ve sosyal olaylar yönüyle "bilgi toplumu" haline gelmiş olmala­rıdır. Bu ortamda en çok bilgiye en çabuk ula­şıp onu ekonominin ve teknolojinin emrine verenler diğerleri karşısında çok önemli bir avantaja sahip olabilmektedirler. Bugünün ge­lişmiş toplumlarının diğerleri karşısında bu avantajlarını nasıl kullandıkları sayısız çarpıcı örneklerle gösterilebilir. 

Buraya kadar yapılan açıklamalar ve verilen örnekler, küreselleşmeye ve bilgi top­lumuna doğru nasıl adım adım gelindiğini bi­ze açıkça göstermektedir. Küreselleşmenin di­ğer bütün yönleri yanında önemli bir yönüde, ülkeler ve bölgeler arasında meydana ge­len ekonomik, ticari, mali ve siyasi ilişkilerde istikrarın yeni bir mahiyet ve boyut kazanmış olmasıdır. Gerçekten, nispeten kapalı veya belli sınırlar içinde gerçekleşen faaliyetlerde konjonktürel hareketler de sınırlı kalmakta iken; hemen hemen her alanda sınırların kalk­tığı küreselleşme hareketi içinde herhangi konjoktürel hareket veya dalgalanmayı ve onun etkilerini belirli sınırlar içinde tutmak mümkün alamamaktadır. Son yıllarda kendini gösteren belli başlı konjonktürel hareketlerin veya ekonomik krizlerin etki ve sonuçları dikkate alındığında bu durum daha iyi anlaşılmaktadır. 

Belli Başlı Küresel Krizler 

Daha önce ifade edildiği gibi "Küresel­leşme" pek çok yönüyle ele alınıp incelenme­si gereken ve dünya ya damgasını vuran bir süreçtir. Diğer yönleri bir tarafa, son yıllarda bütün dünyayı derinden etkileyen bellj başlı ekonomik krizlerin birer "Küresel Kriz" niteli­ği göstermesi, küreselleşmenin ne denli önemli ve dikkate değer bir olay olduğunun en canlı örneğidir. Gerçekten küreselleşme özellikle mali piyasalarda etkisini göstermektedir. Çünkü bu olgu içinde sermaye ülkeler arasında rahatça dolaşabilmekte, özellikle getiri potansiyeli olan piyasalara yoğun sermaye girişleri olmaktadır. Bu durum bir yönüyle ge­lişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkelerle ara­larındaki mesafeyi kapatmalarına imkan hazır­larken; diğer bir yönüyle herhangi bir ülkenin mali piyasasında meydana gelen istikrarsızlı­ğın uluslararası piyasalarda zincirleme istikrar­sızlıklara, hatta yaygın ekonomik krizlere ne­den olmasına yol açabilmektedir. Küreselleş­me olgusu içinde uluslararası piyasalarda meydana gelen krizler kendine has özellikler taşıdığından, bu tür krizlerin öngörülmesi de pek mümkün olamamaktadır. 

Nitekim 1997 yılında meydana gelen Asya krizi ile 1998 yılında yaşanan Rusya kri­zi, ne olup bittiği anlaşılamadan meydana ge­len ve bütün dünyayı derinden sarsan kriz özelliği göstermiştir. Özellikle mali piyasalar­da kendini gösteren bu tür krizlerin meydana getirdiği derin ve yaygın olumsuz etkiler, bu krizler sonrasında dünyada krizlere karşı yeni yaklaşımlar geliştirilmesine ve uluslararası mali sistemin istikrarının yeni bir anlayışla ele alınması konusunda görüş birliğinin oluşturulmasına zemin hazırlamıştır. 

1997 yılın Temmuz ayında Tayland'da meydana gelen ve kısa süre içinde diğer Asya ülkelerine de sıçrayan ve Asya krizi olarak ad­landırılan kriz, özünde mali bir kriz özelliği ta­şımaktadır. Asya krizinde yurtdışına çıkan ser­mayenin tekrar yurtiçine çekilebilmesi ama­cıyla faizlerin yükseltilmesi önlerni, mevcut borç oranlarının yüksekliği ve mali kurumla­rın zayıflığı nedeniyle ekonominin daha da zayıflamasına yol açmıştır. Örneğin Endonez­ya'da şirketlerin %75'i iflas etmiştir. Malez­ya'da ise sabit kur sistemine geçme, sermaye giriş çıkışlarına sınırlamalar getirme, yurtdışı­na ulusal veya yabancı para çıkarılmasını ya­saklama, yurtdışına kaçan yerli sermayenin ül­keye geri dönüşü amacıyla çeşitli zorunluluklar getirme gibi özünde IMF'nin onay verme­diği türden politikalar uygulandığı halde nispi bir iyileşme dönemine girilmiştir. 

Rusya'da enflasyonun düşürülmesine yönelik politikalar üzerinde odaklanılmış, ar­tan fınansman ihtiyacının karşılanması amacıy­la IMF, Dünya Bankası ve japonya'nın da ara­larında bulunduğu çeşitli ülke ve kuruluşlar­dan finansman taahhüdü sağlanmıştır. Rusya krizinin küresel bir nitelik kazanmasının temel nedeni, Rusya hükümetinin tüm beklentilerin aksine 90 günlük moratoryum ilan ederek ya­tırımcının güvenini kaybetmesi olmuştur. 

Türkiye'deki Son Krizler 

Bilindiği gibi Türkiye esas itibariyle 1970'li yıllardan itibaren kronik ve yapısal so­runlar yaşayan bir ülke durumundadır. Kal­kınma hareketinin gerçekleştirilmeye çalışıldı­ğı ülkemizde planlı kalkınma dönemlerinin ilk yıllarda nispeten istikrarlı bir ortam içinde or­talama %6-7 dolaylarında bir kalkınma hızıtutturulabitmiş ve yüksek sayılacak enflasyon oranlarına ulaşılmamıştır. Ancak, 1973 yılında dünya ekonomisinin ağırlıklı olarak petrol kri­zi nedeni ile girdiği durgunluk konjonktürü yanında, 1974 yılında yaşanan Kıbrıs Barış Harekatı ve o yıllarda ülkede baş gösteren anarşi ve terör olayları sebebiyle Türkiye gi­derek artan bir enflasyonist baskı altına gir­miştir. Esas itibariyle kalkınmanın finansman­da karşılaşılan doğal güçlükler sonucu iç ve dış borçlanmaya giderek daha çok miktarlar­da başvurulması, açıktan finansman yöntemi­nin yaygın bir uygulama haline getirilmesi gi­bi nedenlerle kamu maliyesindeki denge bo­zulmaya başlamış ve bütçe açıkları ile kamu açıkları sürekli bir artış eğilimine girmiştir.

1980 yılına gelindiğinde ülkede ekono­mik ve siyasi istikrar ciddi ölçülerde bozul­muş, %110 seviyesine tırmanan enflasyon ya­nında zayıf koalisyon hükümetleri ile önemli bir siyasi kargaşa ortamına girilmiştir. Bu yıl içinde hazırlanan 24 Ocak ekonomik istikrar programı ile ülkede ilk defa ekonomik istikrar konusunda ciddi bir adım atılmıştır. Bu prog­ramın uygulanması sonucu, kısa bir süre için­de ekonomik istikrar sağlanmış, dışa açılmada önemli bir başarı sağlanarak birkaç yıl içinde dış ticaret ve ödemeler bilançosu açıkları ma­kul hadlere çekilebilmiştir. Aynı yıl içinde ger­çekleştirilen askeri darbe ile yönetim el değiş­tirmiş ve yeni bir yönetim dönemine geçilmiş­tir. Bu dönemin kendine has özellikleri içinde pek çok alanda önemli düzenlemelere gidil­miş; ülke bir ölçüde derlenip toparlanma sürecine girmiştir. 

1983 yılında yapılan seçim ile yönetim yeniden sivillere terkedilmiş; bu seçimde tek başına iktidara gelen Turgut Özal'ın başında bulunduğu Anavatan Partisi, birinci dönemin­de reformlara ve yeniden yapılanma hareketi­ne devam ederek önemli başarılar sağlamıştır. Denilebilir ki bu dönem Türkiye'nin yeni bir anlayışla ciddi bir biçimde kendini Dünyaya ve dış rekabete açtığı ve bu yolda önemli başarılar elde ettiği bir dönem olmuştur. Bu yıl­larda özal'ın felsefesi uygulamalara kısmen yansıyabilmiş; statükocu ve katı devletçi bakış açısı bütünüyle ortadan kaldırılamamıştır. Ay­nı yıllarda dünya ülkelerinde yeni istikrar yak­laşımları benimsenerek küreselleşme olgusu­na uygun yeniden yapılanma reformlarını peşpeşe gerçekleştirilirken, Türkiye kendi içine kapalı, kör veya çirkin siyaset oyunları içinde devletin başarısızlığını artıran uygulamalara mahkum edilmiş bulunuyordu. Örneğin, dev­letin başarısızlığının tescil edildiği bu dönem­de dünya ülkelerinde bu durumdan kurtul­mak için serbest piyasa ekonomisi işleyişini mümkün kılacak tedbirler alınıp, devletin kü­çültülmesi ve bir an önce asli fonksiyonlarına çekilebilmesi amacıyla, özellikle özelleştirilme o hareketine büyük önem verilirken; ülkemizde Özal'ın başlatmaya çalıştığı özelleştirme girişimleri çeşitli cephelerin her türlü manevralarıyla sürekli olarak engellenmeye çalışılmıştır.

Öte yandan Özal'ın her şeye rağmen gerçekleştirebildiği bazı reform ve yeniden yapılanma hareketleri, özelleştirme ve diğer temel reformlarla desteklenemediği için, 1987'lerden itibaren enflasyonu yeniden eski seyrine getirmiş; 1990'lara gelindiğinde enflas­yon yeniden kronik bir olgu ve temel bir problem haline gelmiştir. Katı devletçi tutum ve devletin hantal yapısı bir türlü kınlamadığı için, bu yapı içinde bütçe ve kamu açıkları her geçen gün biraz daha artarak tehlikeli bo­yutlara ulaşmış; kamu maliyesi dengesi için­den çıkılmaz bir durum almıştır.

Ülkemizde bu çağdışı anlayış veya zih­niyet 1990'lı yıllarda da devam ettirilmiş ve Türkiye dünyadaki gelişmelerden her geçen gün biraz daha uzağa düşürülmüştür. Çünkü Türkiye kendi içinde bu anlamsız kavgayı sür­dürürken; dünya ülkeleri ve özellikle kısa bir süre önce Sovyetler bloğundan ayrılan günü­müzün "geçiş ekonomileri" küreselleşme ol­gusunu ve piyasa ekonomisine geçiş zorunlu­luğunu kavrayarak bu yönde ciddi girişim ve reform hareketlerini gerçekleştirmişlerdir. Ül­kemiz ise açıktan ve iç ve dış borçlanma ile fi­nansman yöntemlerine bağladığı bütçe ve ka­mu açıklarını her geçen gün büyüterek, GSMH'nin yüzde 75'lerine kadar yükseltmiştir. Açığın monetizasyonu anlamına gelen bu sü­reç aynı zamanda ülke içinde faiz, döviz ve borsa üçgenine hapsedilmiş bir kısır döngüyü de beraberinde getirmiştir. Küreselleşmenin giderek daha büyük ve yaygın bir etki göster­diği dünya konjonktüründe bunun bir anlamda içsel ve küresel mali krizlerin kronik bir hal almasıdır 

Nitekim, 1994 yılında büyük ölçüde yu­karıda belirttiğimiz sarmal içinde ülkede ana bir mali kriz patlak vermiş ve bu krizin atlatıl­ması için önemli bir bedel ödenmek zorunda kalınmıştır. 5 Nisan kararları ile ekonominin ve kamu maliyesinin makul bir dengeye otur­tulması planlanmış belli bir süre sonra da bu alanda kısmi bir başarı elde edilmiştir. Ancak gerek 5 Nisan kararları ve gerekse önceki is­tikrar program ve kararları Türkiye'de daha zi­yade ekonomik istikrarın sağlanması ve deva­mına yönelik olmuş; bu temel üzerine bina edilmesi gereken, ekonominin rant baskısın­dan kurtarılıp üretim artışı sürecine sokulması mümkün olamamıştır.

1990'lı yılların sonlarına doğru bir taraf­tan küresel mahiyetteki mali krizlerin ülkeye olumsuz yönde yansıması, diğer taraftan da ekonomik istikrarsızlık ve rant ekonomisi işle­yişine ek olarak ülkede siyasi krizlerin patlak vermesi mali piyasalar ve kamu maliyesi dengelerini, istikrarsızlığın kronik bir hal almasını sağlayacak bir yapıya getirmiştir. 

Gerçekten bu süreçte 1997 yılında As­ya'da ve 1998 yılında da Rusya'da ortaya çı­kan ve küresel mahiyet gösteren krizler ülke­mizi de etkilemiş; esasen hassas dengeler üze­rine oturan ekonomi ve piyasalar (faiz, borsa, döviz üçgen,ciddi yeniden yapılanma ve is­tikrar programları uygulanamadığı takdirde hemen bir krize dönüşecek mahiyet kazan­mıştır. Nitekim, 2000 yılında uygulamaya so­kulan istikrar programı bir yandan yapısal dü­zenleme ve tedbirlerin bir türlü alınamayışı bir taraftan da mali piyasalardaki iç ve dış geliş­melerin yakından takip edilemeyişi sonucu yı­lın sonlarına doğru kriz işaretini vermiş ve Ka­sım 2000'e gelindiğinde iç ve dış piyasalarda­ki genel güvensizlik ortamı içinde Türkiye dö­vize yönelen yoğun spekülatif saldırıyı, çok yüksek faiz, önemli döviz rezervi kayıpları ve en önemlisi 7,5 milyar dolar büyüklüğünde ek IMF kredisi ile püskürtebilmiş ve döviz kuru çi­zelgesini yüksek bir maliyetle savunabilmiştir. 

Kasım 2000 krizinin mahiyeti ve etkile­ri anlaşılmaya ve bertaraf edilmeye çalışılır­ken, tam üç ay sonra 19 Şubat 2001'de Başba­kan ile Cumhurbaşkanı arasındaki bir tartışma ikinci bir spekülatif saldırıyı başlattı ve bu de­fa da döviz krizi başladı. 21 Şubat'ta bankala­rarası para piyasasında gecelik faiz %6200'e kadar çıktı ve ortalama %4018 oldu. 16 Şu­bat'ta 27.94 milyar dolar olan Merkez Bankası döviz rezervi 23 Şubat'ta 22.58 milyar dolara indi ve rezerv kaybı 5,36 milyar dolar oldu. Netice itibariyle Kasım krizinde dövize saldırı yabancılarla sınırlı kalırken bu defa yerlilerinde dövize saldırdığı görüldü. 

Buraya kadar ele aldığımız ve dünya ekonomilerinde ve Türkiye'de 1990'lı yıllar­dan itibaren kendini gösteren ekonomik ve mali krizlerin mahiyeti incelendiğinde, bu son krizlerin diğer krizlerden önemli farkı, bu krizlerin büyük ölçüde küreselleşme olgusun­dan beslenmiş olmalarıdır. Ülkemiz ise uzun süredir kendi iç dinamikleri ve dış etkenler yönünden kendisini kıskaca alan ve bir kısır döngü haline gelen temel ekonomik, siyasi, sosyal ve mali sorunlardan kurtulma yönünde ciddi girişimlerde bulunamadığı için esas en ekonomik ve mali krizleri yaşama değil; daha ziyade adeta bir "kriz ekonomisi" veya "kriz toplumu" sürecine girmiş görülmektedir. Bu­nun yanında gerek ülkemiz ve gerekse dünya ülkeleri hükmünü İcra eden küreselleşmenin ulaştığı bugünkü seviye içinde ekonomik sos­yal, siyasi ve mali alanda meydana gelen kriz­lerden çok, zihinlerde varolan ve gelişen olay­ları gerçek mahiyeti ile kavrama ve anlama imkanı bulamayan veya bulmasına imkan ve­remeyen bir konumda bulunmalarıdır. Bu krizin çaresi bulunmadan dünya ülkelerinin huzur ve barış içinde bir arada bulunmaları ve dünya nimetlerini hakkaniyet ölçüsü içinde paylaşabilmeleri pek mümkün görülmemektedir. 

Kaynak: Fevzi Devrim

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005