Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Misak-ı İktisadîden Repocu Sanayiciliğe 

İktisatçı, Yazar Mustafa Özel 

İstanbul Sanayi Odası önce bu yılın 500 Büyük Sanayi Şirketini, sonra onları hemen iz­leyen 250 Sanayi Şirketini açıkladı. Araştırma­nın en çarpıcı sonuçlarından biri şu: tik 500 şir­ket, kârlarının yüzde 53'ünü; onları izleyen 250 şirket ise yüzde 72'sini faaliyet dışı gelirlerden, yani faizden temin ediyor. Daha açık söyler­sek, sanayici asıl işinden değil, devlete verdiği borcun faizinden kazanç sağlıyor. Reklamlarda ürünlerinin birer dünya markası haline geldiği­ni sık sık dile getirenler, meğer Galata banker­lerinden farksız imişler! 

ISO araştırmasının yanm bıraktığı bir sonuç ise şu: tik 500'e giren sanayi şirketlerinin çoğu birer kara delik gibi döviz yutuyor. Bu gerçeği ifşa etmemek için, raporda sadece şir­ketlerin ihracat rakamlarına yer veriliyor, itha-latlan gizleniyor. IMKB yıllıklarından derledi­ğimiz bilgilere göre, birkaç istisna ile, büyük sanayi şirketleri ihracatlarının en az üç misli, bazan beş-on misli ithalat yapıyorlar. İmalat girdileri içinde ithalatın payı yüzde 60'ı bulur­ken, satış gelirleri içinde ihracatın payı yüzde 5'i bulmuyor! Türkiye'nin 20 milyar doları aşan dış ticaret açığının yarıdan fazlasının sorumlu­su, 40 yıldır korunan büyük sanayi şirketleri!

Yetmişbeşinci Yıl kutlamalarında Cumhuriye­tin birinci sıradaki bekçileri pozunu takınan bu kurumlar, Cumhuriyetin yüz karası!

Yetmişbeş yıl geriye, 1923 İzmir İktisat Kongresi'ne kanatlanıyoruz. Memleketin ikti­sadî esaslarını tesbit için 17 Şubat-4 Mart 1339 (1923) tarihleri arasında 1135 kişi tarafından sürdürülen 16 günlük "müzakerât ve mesai ne­ticesinde Çiftçi, Tüccar, Sanayi ve işçi Grupla­rınca ittihaz olunan kararlar iktisadî ihtiyaçlan-mızı teşrih eder bir mazbata şekil ve mahiye­tinde TBMM Riyaseti ile icra Vekilleri Heyeti Riyaset-i Celilelerine takdim olunmuştu." Üze­rinde ittifak edilen ve Misak-ı iktisadî diye ad-landınlan 12 ilkeden 6'sı şunlardı: 

Madde 3- Türkiye halkı tahribat yap­maz, imar eder. Bütün mesaisi iktisaden mem­leketi yükseltmek gayesine matuftur.

Madde 4: Türkiye halkı sarfettiği eşyayı mümkün mertebe kendi imal eder, yetiştirir. Çok çalışır. Vakitte, servette ve ithalatta israf­tan kaçar. Millî istihsali (üretimi) temin için ica­bında geceli gündüzlü çalışmak şiarıdır. 

Madde 9: Türk, dinine, toprağına, haya­tına ve müesssesatına düşman olmayan millet­lere daima dosttur. Ecnebi sermayesine aleyh­tar değildir. Ancak kendi yurdunda kendi lisa-sına ve kanununa uymayan müesseselerle mü­nasebette bulunmaz. Türk, ilim ve san'at yeni­liklerini nereden olursa olsun doğrudan doğ-aıya alır ve her türlü münasebette fazla muta­vassıt (aracı) istemez.

Madde 10: Türk, açık alın ile serbestçe çalışmayı sever; işlerde inhisar (tekel) istemez. 

Madde 11: Türkler hangi sınıf ve mes­lekte olurlarsa olsunlar, candan sevişirler. Mes­lek, zümre itibariyle el ele vererek birlikler; memleketini ve birbirlerini tanımak, anlaşmak için seyahatler ve birleşmeler yaparlar.

Madde 12: Türk kadını ve hocası, ço­cukları İktisadî Misaka göre yetiştirir 

Hüseyin Cahit Yalçın, 16 Mart 1923 ta­rihli Tanin gazetesinde Misak-ı İktisadînin ba­şına şu dört maddenin yazılması lâzım geldiği­ni belirtmekten kendini alamıyordu. 

1. Türk, Türkün gözünü oymayacaktır.

2. Türk, Türkün muvaffakiyetine hased etmeyecektir

3. Türk, kendisinin muvaffakiyeti için mutlaka başka Türklerin alçalması lâzım gel­meyeceğini bilecektir.

4. Türk bu vatanda bütün Türklerin sa-adeti için kâfi iş bulunabileceğini haünndan çıkarmayacaktır. 

Bağımlı Burjuvazinin Yükselişi 

Yine bir kanat darbesiyle bugüne geli­yoruz. Şu anda Türkiye'nin en önde gelen sa­nayi şirketlerinden dörtte üçünün yaşı 35'in al­tındadır; yani 27 Mayıs 1960'tan sonra başlatı­lan planlı ekonominin ürünüdürler. Misak-ı Ik-tisadî'nin lO.maddesi hilafına, bir çoğu açık alınla çalışmaktansa inhisan tercih etmektedir. Sanayi yatırımları temelde istanbul ve çevre­sinde yoğunlaşmıştır. "Bu vatanda bütün Türk­lerin saadeti için kâfi iş bulunabileceğini" ispat eden "Anadolu Kaplanları" gelişme yoluna gir­mekle beraber, henüz İstanbul ile aym kefeye konacak seviyede değildirler. Ancak, istan­bul'un ihtiyaç duyduğu finansmanın bir kısmı Anadolu'dan gelmektedir; Anadolu fazla ser­mayesini kendisi kullanabilecek seviyeye gel­diğinde, durum değişebilir. Bunun farkında olan metropol sermayesi daha ziyade finans alanına kaymakta ve devleti bu yeni stratejinin muhafızı haline getirmektedir. 

Toplumbilimcilere sorarsanız, bir ülke için ideal durum, siyaset-bürokrasi-iş dünyası üçgeninin uyumlu çalışması, daha da önemlisi, aynı hedefe koşuyor olmasıdır. Elbette tarafla­rın her biri önce kendi çıkannı kollamak iste­yecektir; fakat bunu öbür taraflara zarar ver­meden ve zenginlik pastasını büyütecek tarzda yapmalıdır. ABD, Almanya ve Japonya gibi ül­kelerin bütün iktisadî basanları, böyle bir uyu­mu sağlamış olmalanndandır. Cumhuriyet reji­mi, ne yazık ki, işin başından itibaren, esnafı ve çalışan kesimleri önce açıkgöz siyaset zor-balannın istismarına, ardından köksüz bir bur­juvazinin kaprislerine terkeden bir rejim ol­muştur. 1993 yılında bir işadamı büyük işa-damlannı içinde barındıran TÜSİAD üyelerinin "iktisadî zina peşinde koştuklannı" gayet ra­hatlıkla söyleyebiliyorken (Milliyet, 4 Şubat 1993, s. 11), Atatürk'ün iktisat müşaviri Ahmet Hamdi Başar, 1930'da amele ve esnafın niçin CHF'na değil de Serbest Fırka'ya mütemayil ol­duklarını şöyle izah ediyordu: 

"Halk Fırkası'nın büyük şehirlerde ve hele İstanbul'da başına, inkılapçılar ve idealci-lerden ziyade, istismarcılar ve menafatçılar ge­çiyor. Bunlar halkı ve ameleyi Fırkadan soğu­tuyor ve kendi çıkarlarından başka birşey dü­şünmüyorlar, istanbul'da liman amelesi bile Serbest Fırka'ya rey veriyor. Çünkü bu amele Halk Fırkası namına istismar ediliyor. Amele­nin bir cemiyeti vardır; bu cemiyet onları koru­mak, hastalanna bakmak ve muhtaçlarına yar­dım etmek için kurulmuştur. Amele yevmiye­lerinden kesilen yüzde beşler buraya verilir. Cemiyetin başına Halk Fırkası tarafından reis, idare heyeti azası ve kâtip diye birtakım adam­lar konmuştur. Reis dörtyüz lira, azalar ikişer yüz lira aylık alırlar. Amelenin bıraktığı yüzde beşler bu maaşlara bile yetişmediğinden, yar­dım işini mecburen Liman Şirketi kendi üzeri­ne almış, cemiyet sadece bir yeyinti yeri ol­muştur." 

Yarım yüzyıl sonra bu sefer 'yeyinti ye­ri' cemiyetler çoğalmış, bunlar hükümetler üzerinde baskı kurarak 'esnaf ve amele aleyhi­ne' kararlar aldıran birer güç odağı haline gel­mişlerdir. Son yirmi yıl içinde bir türlü başa çı­kılamayan enflasyon problemi (daha doğrusu, hastalığı) esas olarak bu yüzden müzminliğini sürdürmektedir. Burjuvazi, Cemil Meric'in de­yişiyle "burnunun ucundaki felakeü göreme­yecek kadar ahmaklaştığı" için, bu meselede bile sadece kısa vadeli çıkarlarını hesaba kat­maktadır. Türkiye Odalar Birliği eski Başkanı ve günümüzün sanayi ve ticaret bakanı Yalım Erez, beş yıl önce hiç çekinmeden "TÜSİAD enflasyon lobisi içindedir" diyordu. Erez'e gö­re, borçlu olan enflasyonun düşmesini iste­mez. Türkiye'de en fazla borcu olan kesimler; devlet ve bazı büylük sanayiciler. Enflasyon lo­bisi bunlardan oluşuyor; karargâhı ise, TÜSİ­AD CEP, 3-10 Ocak 1993). 

Bu sözleri tarafgir ve mesnetsiz bulu­yorsanız, bir ara bakanlık koltuğunda oturan ülkenin en büyük işadamlanndan birine kulak verelim o halde. Bursalı ünlü işadamı Cavit Çağlar, "Bunlar götürmeye alışmış" diyordu, "herhalde şimdi götüremiyorlar da onun için huzursuz oluyorlar." "Bunlar" dediği TÜSİAD üyeleri, özellikle de Koç grubu idi. Kızgın Ba­kan, devam ediyordu: "Otursunlar oturdukları yerde. Yatsın kalksın babalarına dua etsinler. Kuluçka gibi yumurtayı altlarına koymuşlar, hep ördek çıkarmak istiyorlar. Ee, bazen tavuk çıkıyor." (Hürriyet, 13.9.1992) 

Bakan Bey'in, muhtemelen 'Baba' des­tekli öfkeli sözlerinin sebebi, TÜSİAD Yüksek istişare Konseyi'nin yaptığı açıklamalardı. Pat­ronlar Kulübü adına konuşan Rahmi Koç, "sa­nayimizde alarm zilleri çalıyor" diyordu. "Yatırım yapamaz duruma gelen imalat sanayimiz kapasitesini arttıramamakta, ihracata dönük te­sisler kuramamakta, teknolojisini yenileyeme-mektedir." Bakanın tepkisi alışılmadık derece­de sertti: "Bu beylerin nesi sanayiciymiş? Otur­sunlar popolannın üzerine, oturduklan yerde. Alışmışlar hep cukkaya, hep bana hep bana yutmaya. Bu hükümetin halkın hükümeti, TÜ-StAD'm hükümeti değil. Karşılarında Ecevit yoktur." 

Evet, karşılarında 1979'un Ecevit'i değil, 1992'nin Demirel'i vardır. Orta yaş ve üstünde olanlanmız TÜSIAD'ın 1979'daki o çarşaf çar­şaf gazete ilanlannı hatırlayacaklardır. TOBB, TİSK, EBSO gibi kuruluşlar da TÜSIAD'ın tutu­munu destekliyor ve hükümeti ağır şekilde eleştiriyorlardı. İş çevreleri bununla kalmaya­rak, IMF ve Dünya Bankası yetkililerine hükü­meti şikâyet ediyorlardı. Ecevit, 12 Eylül'den sonra o günleri hatırlatarak, "Bize IMF veya ABD değil, işadamlarımız oyun oynadı" diyor­du. O dönemi "kâbus yılları" olarak niteleyen Vehbi Koç, 12 Eylül'den üç hafta sonra (3 Ekim 1980) Org. Kenan Evren'e yazdığı mektupta: "Turgut Özal, bu nazik dönemde, mevcudun

içinde meselelerimizi en iyi bilen insandır. De­dikodulara bakmadan kendisini tutmakta fay­da vardır" diyerek tavsiyede bulunuyordu'

Türkiye'nin büyük sanayi şirketleri tam anlamıyla bir ersatz (sahte) kapitalizm örneği meydana getirdiler. Teknolojisiz sanayileşme­ye dayanan ersatz kapitalizmi Japon iktisat ta­rihçisi Yoşihara Kunio şöyle anlatıyor: Güney Doğu Asya kapitalizmi, bir ersatz kapitalizm örneğidir. Şu sebeple ki, Güney Doğu Asya (Tayland, Malezya, Endonezya, Filipinler, v.s.) sermayesinin gelişimi, büyük ölçüde hizmet sektörüyle sınırlı kalmıştır. Yani ersatz olma­nın nedeni, yabancı sermayenin egemenliği, değil, imalat sektöründe ihracat yeteneğinin olmamasıdır; yani kendi ülkelerinde yabancı imalat şirketlerinin acentaları olarak faaliyet göstermektedirler; ya geniş anlamda yabancı teknolojiye bağımlıdırlar, lisanssız üretim yap ma güçleri yoktur; veya uluslararası pazarlarda rekabet edecek randımana sahip değildirler. Genellikle kısa vadeli kâr uğruna imalât faali­yetlerini feda eden 'karton gövdeli müteşeb-bisler'dir bunlar" 

Komprador/komisyoncu burjuva, kendi insanının üretkenlik gücüne dayanarak yaban­cı rakipleriyle boy ölçüşen kapitalist değil, ya­bancı bir şirketin efendiğilini kabul ile onun ömür boyu acentalığını yapmaya razı yanaş­madır. Ersatz kapitalizmin bir özelliği teknolo­jide yüzde 100 bağımlılık iken, diğer bir özelli­ği içeride aynı ölçüde siyasi odaklara karşı ba­ğımlı ve güçsüz oluşudur. Birkaç yıl önce, iş dünyasının önde gelen isimlerinden Halit Na­rin, kendisinin de içinde bulunduğu çevre için "kapıkulu burjuvalar" tabirini kullanıyordu. Kapıkulluğu, Türk sermayedarına, Osman­lı'dan kalan kötü mirastır. Şu bir tek örnek, ser­mayenin siyasete ne ölçüde bağımlı olduğunu göstermeye yeter: 1991 Haziran'ında Mesut Yılmaz, ANAP Başkanı olmuştur ve son anda çark edip Yılmaza olan Ekrem Pakdemirli'nin "banko başbakan yardımcısı" olması beklen­mektedir. 18 Haziran akşamı, Ankara Hilton'da TÜSlAD'ın düzenlediği kokteyle giden Pakde-mirli âdeta bir Moğol hakanı gibi karşılanıp uğurlanmaktadır; 

"Kendisini Bülent Eczacıbaşı ve Rahmi Koç karşıladı, kutladı. Sonra dışandan koşar adım Sakıp Sabancı geldi. Rahmi Koç gülerek seslendi: -Koç Sakıp ağa koş, kutla hemen... işadamlarıyla Pakdemirli'nin hararetli sohbeti sürerken, onları uzaktan izleyen Ankara Tica­ret Odası Başkanı Ahmet Çavuşoğlu, kendi kendine söyleniyordu: -Yahu bu Ekrem Hoca, bir ay önce de Ekrem Hocaydı. Şimdi bu ne il-gil böyle? Koç, Sabancı ve Eczacıbaşı Pakde-mirli'yi Hilton'un çıkışma kadar uğurladılar." (Cumhuriyet, 19.6.1991) 

Müstakil Müteşebbislerin Yükseliş ve Durduruluşu 

Türkiye'de sanayi burjuvazisinin bu du­rumu tesbit edildiği zaman, 1990'larda önü kesilmek istenen gelişmenin "dindarlaşma" değil, "müstakilleşme" olduğu sarahat kazanır. Müs­takil aydın, müstakil siyasetçi, müstakil gazete­ci... gibi, müstakil işadamı da mevcut sistem için büyük tehlike arzetmektedir. Son onbeş yılda Gaziantep, Denizli, Konya, Çorum, Kay­seri, Yozgat, Kahramanmaraş ve daha birçok ilimizde müstakil vasfı ağır basan yeni bir "bur­juvazi" boy vermiştir. İmalât ve ona bağlı tica­ret faaliyetiyle temayüz eden bu genç işadam­ları yeni bir dinamizmin müjdecisidirler. 

Kuruluşundan kısa bir süre sonra MÜSİ-AD yönetileri tarafından kuruma davet edildi­ğimde, kendilerini "müstakil" kelimesini seç­tiklerinden ötürü kutlamıştım. Gerçi o sıralar herkes "müs" önekinin aslında "müslüman"ın kısaltılmışı olduğunu düşünüyordu. Bense müstakilin daha anlamlı olduğunu, çünkü za­ten herkesin müslüman olduğu bir ülkede ya­şadığımızı söylüyordum. Avrupa'da müteşeb­bis gerçekten müstakildi; bizdeyse tek müsta­kil kurum devletti. Müteşebbis, bir tür "kapıku­lu" idi Türkiye'de; devşirme geleneğinin sür-dürücüsüydü. Devlet, batı dünyasındaki bir­çok şey gibi, büyük işadamlarının da bizde ol­masını istemişti. Her köşe başında bir milyoner olmalıydı. Fakat bunlar, zinhar!, müstakil ol­mamalıydılar. Olurlarsa, devletin istiklali tehli­keye düşerdi. (Batı dünyasında işadamları müstakil olunca devletin istiklali niçin tehlike­ye düşmüyordu? Bu soru pek sorulmuyor, so­ranlara da iyi gözle bakılmıyordu.) 

Cumhuriyet yönetimi, büyük ama gayr-ı müstakil işadamları yetiştirmeye çalışırken, kü­çük ama müstakil esnafa hiçbir zaman iyi göz­le bakmamıştı Çağdaş bir romancımız 1930'la-rın son yıllannı bakın nasıl karikatürleştiriyor: "Başkent Belediyesi, Pazarlıksız Satış Mecburi­yeti Kanunu hükümlerine üst üste aykırı hare­ketleri görülen, Anafartalar Caddesindeki bir tuhafiye mağazasını, Atpazarı Meydanındaki bir kumaş dükkânını, Numune Hastanesi kar­şısındaki bir bakkal dükkânını, Yeni Hal'debir pastırmacı dükkânını, Saraçlar Çarşısındaki bir hazır ayakkabı dükkânını ikişer gün süreyle kapatmıştır. Bu dükkân sahiplerinin çocukları okullarda başları eğik durumda, kalmışlardır. Çünkü memur babalar akşamları çocuklarına, 'Muhtekir elinin kimse tarafından sıkılmaması-nı, ona selam verilmemesini; bunlar ve ailele­riyle hertürlü ilişkinin kesilmesini, itibarsızlık­larının her fırsatta ortaya konulmasını, resimle­rinin gazetelerde basılmasını; kısaca, toplum içinde birer hain olarak yaşadıklarının kendile­rine belli edilmesini' öğütlemişlerdir.

İlçesinin Kaymakamı, Belediye Reisiyle birlikte, Salim Efendi'nin Ankara'ya bir torba kaçak peksimet yolladığını tesbit etmişler, du-nıma el koymuşlar, Salim Efendi'nin dükkânı­nı üç gün süreyle kapatmışlar ve hakkında tah­kikat yapılmak üzere evrakını Cumhuriyet Sav­cılığına sevk etmişlerdir. Böylece peksimetleri ne (Ankara'da okuyan) Aysel'le abisi İlhan, ne de teyze kızları îclâl yiyebilmiştir. Fithat Ha­nım, çocuklardan her birine beşer adet düşe­ceğini, ablasıyla eniştesinin de tadabilecekleri­ni hesaplamıştı." 

Aysel, kardeşine gönderdiği mektupta, Ankara'ya hâkim olan havayı çok güzel tasvir etmektedir: "Sevgili kardeşim Semiha, burada hep ihtikâr yapan tüccarların lafı ediliyor. Ba­bam da esnaf olduğu için çok çekmiyorum. Bilmem yann okul açılınca arkadaşlarım bana ne gözle bakacaklar? Babam biliyorsun sessiz, fakat namusludur. Ama belediye reisiyle arası açık olduğu için, birşey olur, ben de burada yerin dibine geçerim diye korkuyorum. Sözde ben gelirken, benimle buraya un kaçırmış. Bu­nu duydum, kanım dondu. Annemin ağabe­yimle bana yolluk diye yaptığı çörekleri mi söylüyorlar acaba? Bana öğrenip bildir. Sen­den bu kardeşliği beklerim. Bana doğruyu söylemezsen bil ki ölürüm."

Türkiye Cumhuriyeti, olsa olsa bir me­murlar demokrasisiydi. Atina'nın demosu nasıl (nüfusun sadece yüzde 14'ünü oluşturan) hür Atina yurttaşları idiyse, Cumhuriyetin demosu da cumhur (halk çoğunluğu) değil, memurlardı. Okuma yazması olmayan halk, başta ide­alist öğretmenler olmak üzere Cumhuriyet me­murlarının eğiterek aydınlığa çıkaracağı cahil bir güruhtu. Bir köleler topluluğu. Bilim ve la­iklik, bu kölelerin ellerinden tutacak, onları özgürlük alanına çıkaracaktı. 

Cumhuriyet yönetiminin memurlara ve birer memur gözüyle baktığı büyük işadamla­rına öncelik verirken, halkı ve gerçek işadam-lannı ihmal etmesi, çınar yerine akasya ağacı dikmeye benzer. Tank Buğra, romanlarından birinde Osmanlıların çınar, Cumhuriyetçilerin-se akasya diktiklerine dikkat çekiyor. Fasulye sırığı gibi akasyalar! "Neye çınar değel de akas­ya dikerler? Çabuk böyür de ondan.... görüver-sinler böyüdüğünü kendileri. Dedelerimiz yol kıyılarına, meydanlara, mesire yerlerine bizim için çınarlar, kestaneler, ardıçlar, gürgenler dikmiş; biz de parklara kendimiz için akasya­lar dikiyoruz." 

Kendileri için yaşayanlar, hakiki istikla­le tahammül edemezler. Halkı baskı altında tutmak ve baskılarını haklı göstermek içinse, onun eskiden hür olmadığı masalım uydurur­lar. Hürriyete giden yol, anlam ve kapsamları yazardan yazara değişen "bilim" ve "laiklik"ten geçiyormuş! Kemal Tahir, bu naif olduğu ka­dar kibirli iddiaya ateş püskürüyordu: 

"Sadece laf etti diye Sokrates'e baldıran içiren Atina Sitesinin sefil vatandaşlan hür de, Anadolu inşam mı köle? Dış görünüşlerinin hantallığı sizi aldatmasın, güçlerini ayarlamaz oluşları  da.  Ruhları  hürdür ayıcıklarımızın, hamdolsun! Derebeylik düzeni olsa bu hürlük barınamazdı. Anadolu insanının gerçekten ne kadar hür olduğunu,  biz aydınlardan  çok, onun içinden yetişmiş ağalar bilir. Evet, aktif bir hürlük değildir bu, pasiftir. Gerçekten işe yaraması için üzerinde bilimle işlemek ister. Çünkü, açıktan açığa başkaldırıp, birleşip bir amaca yönelerek çarpışa çapışa elde edilmiş, yasaları kitaplarda yazılı hürlüklere benzemez, Anadolu insanının hürlüğünün hiç aşınmayan iki kaynağı vardır: Çile çekme gücü.... Azla ye-tinebilme alışkanlığı.... Bu iki zenginliği, hiçbir kumarcı, hiçbir oyunda kaybedemez. Gelece­ğimizin umudu bu iki zenginliğe bağlıdır. Bun­lardan başka herşey palavradır bu toprak-da... 

Kendisi için akasya yerine, torunları için çınar... Hazcılık ve köşe dönmecilik yerine çi­le ve azla yetinme alışkanlığı... Anadolu insanı­nı muştaki kılan değerler, bu alışkanlıklarda te-cessüm etti. Aydının, siyasetçinin ve işadamı­nın müstakillik ölçüsü'bundan sonra da aynı değer ve alışkanlıklar olacak. Bu değerlerin uzağına düşenler, istiklallerini kaybeder, "ka­pıkulu" olurlar. 

Kapıkullarının gözü işte, kulağı kirişte­dir. Akasyayı bile çok görür, fasulye sınklany-la idare ederler. Bin yıl şöyle dursun, bir yıl bi­le uzun gelir gözlerine. İstikballeri ne gökler­de, ne köklerdedir. İstikballeri yoktur. Çünkü istiklaleri yoktur. Günübirlik yaşadıklarından, Cumhuriyeti yaşatamazlar. Onu yaşatacak olanlar, müstakil ve müstakim aydın, siyasetçi ve işadamlarıdır. Akasyacıların saltanatı uzun sürmez. Talih onlara kısa bir süre gülmüş olsa da, Tarih çınar dikenlerinden yanadır. 

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005